Trabzon Oteli’nin zemin katındaki daracık kahvehaneye çay içmek için girdiğimde buharlaşan gözlük camlarım nedeniyle hiçbir şeyi göremez oldum. Aylardır toprağın rengini unutmuştuk. Dışarıda burula burula, döne döne kar yağıyordu. Beyaz bir örtü tüm şehrin üstünü, hatta yurdun bu bölgesini tamamen örtmüştü. Gözlüğümü çıkarıp, sobaya doğru yöneldim. Yüksek miyop ve astigmatım nedeniyle çevremi puslu görüyorum. Bu kahveye daha önce de gelmiştim. İki katlı taş bir binaydı. Bana göre Kars’ın sembolü olmalıydı bu binalar. Çoğunu, işgal sırasında Ruslar yapmışlar diye duydum. Kars’ın, özellikle çarşısı bu binalarla doluydu.
Yüzünü net seçemediğim biri sandalye çekip:
“Buyur hemşerim.”dedi.
Teşekkür edip, camları buhardan kurtarmak amacıyla gözlüğü sobanın üzerine tutarak oturdum verilen sandalyeye. Burnumun üst kısmını yakacak kadar ısınmış olan gözlüğümü taktığımda biraz önce bana sandalye uzatanla göz göze gelip tekrar selamlaştım.
Uzamış olan sakalı, zaten esmer olan yüzünü daha da karartmıştı. Bacaklarını sobanın her iki yanına doğru açmış, sandalyede de biraz geriye kaykılmış bir şekilde oturuyordu. İşsiz, boşta gezen bir köylüye benzemekle birlikte, sesi yumuşaktı, kendine karşı bir özgüven seziliyordu ve gayet sakindi. Samimi bir yüz ifadesiyle:
“Nerelisiniz ?” dedi.
“Amasyalıyım.”
“Deme be! Neresinden?”
“Taşova’dan.”
Yerinden doğruldu, elimi tuttu.
“Öğretmen misin?”
“Evet.”
“Ben Hasan. Taşovalıyım. Sanat okulunda elektrik öğretmeniyim. Kemal, bize iki çay ver.” diye sevinçle bağırdı garsona.
“E hemşerim, görev yerin neresi? Nerede yatıyorsun?” diye peş peşe soruları sıraladı. Kaldığım oteli söylediğimde:
”Niye otel parası veriyorsun? Ben, öğrencimle bu otelin bir odasını kiraladık. İki yatağı yan yana çektikmi pekala üç kişi de yatabiliriz.” dedi.
Öğrencisinin adı Ali’ydi. Aralık ilçesindendi. Azeri aksanı, onu daha sevimli ve sempatik yapıyordu. Ama yine de bir öğretmenin, öğrencisiyle birlikte kalmasını yadırgamıştım.
Artık hafta sonları Kars’a indikçe beraber kalıyorduk.
Bir hafta sonu yine Kars’a indiğimde otelden ayrıldıklarını öğrendim. Okuluna gittim. Sormadan anlatmaya başladı:
“Aybaşında otel parasını verirken, senin için de para istedi. Ben de, ‘otelden yatak değil, oda kiraladım. Benim arkadaşım için sen ayrı bir yatak mı verdin? Kusura bakma, para falan veremem.’ deyince, ‘O zaman arkadaşın da bundan sonra para verecek.’ dedi. Ben de kabul etmedim. Okulun hemen karşısında tek odalı bir ev kiraladım. Bir sünger yatak al, getir. Otele falan gitme.” dedi.
İki gecelik otel parasına bir sünger yatak alınıyordu. Bir yatak da ben serdim odaya.
Tam bir geçim adamıydı. Çalışkandı. Aza kanaat etmesini biliyordu. Giyimine özen göstermiyordu. Kafa dengiydi. İçince çabuk sarhoş olurdu. Okuldaki elektrik atölyesinde, özel şahıslara ait, yanmış elektrik motorlarına ücretle bobin sarıyordu. Bu işi hafta sonlarında, okuldaki atölyesinde yapıyordu. Bazı öğrencilerini de çağırıyor,böylece onlara hem harçlık veriyor, hem de işi öğretiyordu. Elektrik bölümünde okuyan kız öğrencileri de vardı. Hepsinin “gözü açık” öğrenciler olduğunu söylüyordu.
Eski bir TİP’liydi. “Sevdam Anadolu” adıyla bastırdığı bir şiir kitabı nedeniyle tutuklanmış ve fişlenmişti. Yani sabıkalıydı. Bir Marksist olması nedeniyle dini duyguları sanki hiç yok gibiydi. Marksizm’in din anlayışıyla ilgili hiç tartışmadık. Sanki ikimiz de bundan özellikle kaçınıyorduk. Hoş, o yıllarda inancımı savunacak felsefi bir birikimim de yoktu. Komşu köyde öğretmenlik yapan arkadaşım da bir Marksist’ti. Beni ikna etme noktasında çok uğraştı. Ben onlar gibi düşünmüyordum. Ama söylediklerine karşılık, ayakları yere basan iki anlamlı cümle söyleyemiyordum. Sadece inanıyordum.
Ben ve benim gibiler, inancımızı, inandıklarımızı başka inançlarla sorgulama becerimiz olmadığı için zayıftık. Artık şuna inanıyorum: İnancınızın ne kadar güçlü olduğunu anlamak için, inancınızı, karşısındaki bir inançla test etmek gerekiyor. Karşınızdakinin sorularına vereceğiniz cevaplar önemlidir. Cevap verememeniz, inancınızın zayıflığı ile alakalı değil, büyük bir ihtimalle teorik alt yapınız yetersizdir. Karşılık veremediğiniz soruların cevaplarını araştırdığınızda, inancınızın fikri alt yapısı da oluşmaya başlıyor.
Bir hafta sonuydu. Dışarıda insanın iliklerini donduran bir soğuk vardı. Hoca, kahvaltısını yapıp, okula çalışmaya gitmişti.
Çok geçmeden bizimle birlikte kalan öğrenci, büyük bir telaşla içeri girdi:
“Siyasi şubeden polisler gelip hocayı götürdüler. Evde gizli yayın varsa kaybedelim. Polisler burayı da basabilirler.”dedi. Bu arada da eşyalarını toplayıp, alelacele evi terk etti:
“Bir fişlenirsem, hayatım kayar. Hoca beni kurtaramaz.”dedi çıkarken.
Bildiğim kadarıyla evde yasak sayılabilecek bir yayın yoktu. Bavulunda sadece kendi yazdığı ve bastırdığı şiir kitabı vardı. Onu da bir Karslı arkadaşa verip, evden uzaklaştırdım.
Hocayı niçin tutuklamış olabilirler diye düşünmeye başladım. Acaba beni de tutuklarlar mı? Hemen her gece öğretmen arkadaşlarla bir araya geliyor, sohbet ediyorduk. Siyasi bir konu konuşmuyorduk ama, yine de biri ihbar etmiş olabilir mi diye düşündüm. Eğer böyleyse beni de tutuklayabilirler. Ya da hocanın önceden işlediği bir suçu mu vardı?
Evi terk etmeyecektim. Bir anda beynimde çakan planı uygulamaya karar verdim. Hiç beklemeden çarşıya gidip, çıplak kadın resimleriyle ünlü ERKEKÇE dergisinin son sayısını alarak eve döndüm. Evin tüm duvarlarını, dergideki çıplak kadın resimleriyle doldurdum. Baskına gelen polisler, duvarlardaki resimleri görünce, ‘bunlardan siyasi suçlu olamaz, olsa olsa cinsi sapık olur.’ düşüncesine kapılırlar, bu da hafifletici neden olur diye düşündüm.
Çarşıya tekrar çıkıp, durumu bizi tanıyan arkadaşlara haber vermeye başladım.
Tanıdığımız iki astsubay vardı.
Onlara, Hoca’nın tutuklama nedenini öğrenip öğrenemeyeceklerini sordum.
Biri çekindi:
“Siyasi bir yönü varsa, bu adamı siz nereden tanıyorsunuz deyip bizi ordudan atabilirler.” diye tereddüt geçirdi.
Ancak ikincisi:
“Bir adamın durumunu sorduk diye bizi topun ağzına koyup atacak değiller ya. Ben onu şimdi öğrenirim.” deyip yanımızdan ayrıldı. Aradan bir saat geçmeden geldi.
“İkinci şubede. Suçu siyasiymiş. Hocam evi de basabilirler, dikkatli ol.” dedi bana dönerek.
O gece neredeyse hiç uyumadım. Polisler gelmedi. Ertesi günlerde de gelmediler. Her akşam oturmaya gelen arkadaşlarımız da arayıp sormadılar. Aradığım arkadaşları da bulamıyordum. Evin gözetim altında tutulduğunu düşünüyorlardı herhalde. O nedenle uzak duruyorlardır diye düşündüm.
Evimizin suyu yoktu. Su ihtiyacımızı, hafif eğimli olan sokağımızın üst başındaki dört yol kavşağında bulunan bir caminin çeşmesinden karşılıyorduk. Evimizin önünden geçen bu yol, caminin bulunduğu kavşağa kadar yokuş çıkıyor, sonra tekrar aşağı doğru iniyordu. Bu yokuşun dibinde Hoca’nın tutuklandığı siyasi şube vardı. Her su almaya gittiğimde, yolun alt tarafından ekip arabası gelip gelmediğini sürekli kontrol ediyordum.
Sabah saat on gibiydi. Su getirmek için bidonları alıp çeşmeye gittim. Suyu doldururken, yine yolun alt tarafını gözleyip ekip arabası gelip gelmediğine baktım. Arkadaşım tutuklanalı on gün olmuştu. Artık umudumu kesmeye başlamıştım. Mutlaka suçu büyüktü. Belki de Erzurum Sıkıyönetim Mahkemesine götürülmüştür. Belki bir daha hiç göremeyeceğim diye düşündüm. Yokuş yukarı çıkmakta olan birinin bana gülümseyerek baktığını gördüm:
“Ne o oğlum! Tanıyamadın mı?” dedi.
Evet bu oydu. Bu bizim hocaydı. Sarıldık. On günlük sakalı, çökmüş avurtları, buruş buruş olmuş elbiseleri ve bitkin bakışlarıyla tanınmaz haldeydi.
“Yahu Hoca ne oldu? Çok merak ettim. Saldılar değil mi?” diye soruları peş peşe sormaya başladım.
“Eve gidelim de anlatırım.” dedi.
İçeri girdik. Kendini yatağın üstüne bırakıverdi. Kafasını duvara yaslayıp karşı duvara baktığında gözleri birden açıldı, büyüdü ve bir mermi gibi fırlayıp, duvara yapıştırdığım çıplak kadın resimlerini yırtmaya başladı:
“Allah seni kahretmeye! Yahu ne yaptın sen? Çabuk yırt ve yok et bunları. Beni mahvedeceksin.” dedi korkulu bir telaşla.
“Ben bu resimleri seni kurtarmak için astım. Polisler gelsin, bu resimleri görsünler de senin siyasetle ilginin olmadığını, senin siyasi bir şahsiyet değil, bir cinsi sapık olduğunu düşünsünler istedim.” dedim.
Söylediklerimi duyunca kahkahalarla gülmeye başladı. Hem gülüyor, hem de duvardan kopardığı resimleri ince ince yırtıyordu. O kadar çok gülüyordu ki, dehşete düştüm. İçerde “oynatmış” bu diye düşündüm.
“Cinsi sapık ha! Yani sen şimdi benim cinsi sapık olduğumu polisleri inandırmaya çalışacaktın öyle mi? Ulan benim bir cinsel sapık olmadığıma polisleri inandırmak için on gün uğraştım anlıyor musun, on gün uğraştım.”
Donup kaldım. Ne dediğini anlamaya çalışıyorum. “Kesin oynatmış.” diyorum yine.
Hoca devam etti:
“Hani sana lise sonda okuyan bir kız öğrencimden söz etmiştim. Beni evlerine yemeğe davet etmişti de ben gitmemiştim. Babası tanınmış, çevresi olan biriydi, hatırladın mı? Dersi zayıftı. Son yazılıda da kopya çekerken yakaladım ve sıfır verdim. Karnesine zayıf düştü.”
“Sen siyasi şube tarafından gözaltına alınmadın mı? Bunun siyasi suçla ne alakası var?”
“Babası hatırlı kişi dedik ya kardeşim. Benim gözetim altına alınma sebebim, bu kıza cinsel tacizde bulunmak. Yani ben cinsel sapıklıkla suçlandım anladın mı?”
……………………………!?
05 Temmuz 2009