21 Haziran 2009
Aylar sürecek sıkıntımın habercisi gibiydi gece karanlığında beni köşeye sıkıştıran köpekler. Zifiri karanlıkta, el fenerimden sağılan zayıf ışık huzmeleri altında parlayan vahşi köpek gözlerini görebiliyordum. Bir de parlayan gözlerin gerisinde titreşen, kıpırdaşan, kaynaşan belirsiz kirli beyaz gövdelerini. Sırtımı yasladığım duvara sıkışmış, okul bahçesindeki tuvaletin ahşap duvarından koparılmış ve sopaya dönüştürülmüş tahta parçasını habire, hemen önümde, ayaklarımın dibinde parlayan gözlere doğru savurup duruyorum. İyi ki elimde sopa varmış, demiyorum. Çünkü buralarda sopa, yürüyen her insanın ayrılmaz ve de vazgeçilmez aksesuarıdır.
Ağzımdan çıkan “hoşt hoşt” naralarının bir insandan çıkacak naralar olmadığını sonradan anlıyorum. Hemen yolun kenarında sırtımı dayadığım duvarın arkasındaki odada oturanlar, o garip bağırışlarımı duymuşlarsa eğer, eminim, köpeklerinin, köye dışarıdan girmiş bir vahşi hayvanı kıstırdığını düşünmüş olmalılar.
***
Yukarıdaki Söğütlü Köyü öğretmeni İsmet ile Çığırgan Köyü öğretmeni Adnan, hafta sonu misafirliğine geldiler akşam karanlığı çöktü çökecek bir saatte.
Lojmanda üç bekar arkadaş kalıyoruz. Yavuz, Metin ve ben.
Gelen misafir arkadaşlarımızla sabahlayacağız muhtemelen. Belki okey oynayacağız. Belki maça kızı. Evde misafirlerimize ikram edecek bir şeyler gerek. Gidilecek tek yer, Nuro’nun dükkânı. Vakit yatsıdan sonra…
Okulun da bulunduğu köy meydanının bittiği yerden, köyün tek dükkânına doğru giden daracık, tozlu yolun daha başlangıcında sıkıştırdı beni köpekler. Hemen karşımda Hacı Karo’nun Kemal’in evi… Kemal’le muhabbetimiz iyidir. Duysa çıkar, kurtarır beni. İhtimaldir ki köpeklerden biri de onunki. Bağırıyorum ama, bağırmak mıdır, böğürmek midir ayırt edilmiyor ki. Evlerin duvarlarının kalınlığı, sırf benim çığlığım içeri girmesin diye tasarlanmış sanki.
Çocuklardan önce köpeklerin karnının doyurulduğu bu coğrafyada, gecelerin tek söz sahibidir köpekler. Büyükbaş sığır ve davar dolu ahırların kurtlardan ve hırsızlardan tek koruyucusudurlar. Eğer hırlıyorlarsa, havlıyorlarsa boşa değildir. Köyden birinin köpeklerin saldırısına uğraması, ısırılması pek söz konusu değildir. Onların kendilerine göre korunma önlemleri vardır. Köpekler, ya yabani hayvana, ya da yabancıya saldırır. Gecenin bir vakti köpekler tarafından sıkıştırılanın köyün öğretmeni olması bu gerçeği değiştirmez.
Ben mi kahraman çıktım, köpekler mi yoruldu, yoksa benim gibi ödleği ısırmaya layık mı görmediler hala anlamış değilim. Sonuçta kurtuldum ve kırk elli metre ilerdeki dükkâna vardım. Dükkanın bitişiğindeydi beş çocuklu Nuro’nun evi. Gece vakti dükkâna çağırılmaya alışık olsa gerek, “Kim o?” bile demeden açtı kapıyı elinde iki pilli el feneriyle. Her gece bilmem kaç kez açtığı dükkanının kapısındaki kilide hiç bakmadan ve de hiç sektirmeden sokuverdi anahtarını. Kilitten kurtulan delikli demirin tahta kapıya çarptığında çıkardığı tok ses, karanlıkta kulağıma kadar geldi. Beynim bu önemsiz ayrıntıyı da neden kaydetmiş bilmiyorum.
***
On dokuz km ötedeki şehirden at arabasına yüklediği yükü, gece karanlığında dükkanın ortasına yığmışmış da, yok efendim dükkanın orta yerindeki soba da yıkılmışmış da, yorgunluktan pelteye dönüşmüş vücudunu yatağa dar atmışmış da.
Bana ne bütün bunlardan. Elli metre aşağıdaki köpekler beni bekliyor. Biraz sonra onlar bana eğer tenezzül ederlerse havlayacaklar, ben de aklımı yitirmeden onlardan vize alabilirsem, evdeki misafirlere yiyecek ikram edeceğim.
Nuro’nun peşi sıra, açılan kapıdan içeri girdim karanlıkta el yordamıyla. Hani bir de sürekli gelmişliğim var ya dükkâna. Gözü yumuk bile neyin nerede olduğunu bildiğimi düşünüyorum. Bir ara Nuro önümden kayboldu. Dükkanın ortasına yönelmiştim ki, başımın hızla, ama acıyla geriye kaykıldığını fark ettim. Bir refleksle elim alnıma gitti ve sıcak bir ıslaklıkla geri döndü. Köpeklerin saldırısından sonra çıkardığım ikinci garip sesle Nuro geri döndü ve elindeki feneri bana doğru tuttu. O, görmek istediğini görebildi mi bilmiyorum, ama ben, biraz önce sözünü ettiği devrilen sobanın karşıdaki duvarda asılı kalmış borusunu gördüm. Kafamı geri ittiren bu boruydu. Elimdeki sıcak ıslaklığın, kaygan bir yoğunluğa dönüştüğünü hesap edersek, anlımın bu boru tarafından kesildiği kesindi.
İlerdeki köpeklerden korkumu söyleyemedim Nuro’ya.
“İyi geceler. Mecit Amcaya selam söyle.”
Uzaklaşırken, Nuro’nun örttüğü ev kapısını arkadan sürgüleyişini duydum. Duvara yapışık yürüyorum. Yoldan taraftaki elimde sopa, duvardan taraftaki elimde yiyecekler ve el feneri. El feneri silah gibidir. Köpeğin gözüne tuttunuz mu gelemez. Çünkü sizi göremez. Ama bu iddia, size saldıran bir köpekse geçerlidir.
Hayret! Yoklar… Ya meydanda saldırırlarsa. Arkamı yaslayacağım bir duvarda yok. Ama sonra anlıyorum ki, köpeğin köy meydanında koruyacağı bir şey yoktur ve de evlerinin önünden ayrılmazlar. Islığımla makamını bilmediğim bir şarkıyı hafif hafif çalarak, meydandan okul bahçesine, oradan da tek katlı, sac çatılı lojmana girdim.
***
Gazyağı lambasından odaya dolan soluk turuncu ışığı neredeyse yok etmek üzere yoğun sigara dumanı. Oda küçük. Sobanın kurulu olduğu yerde üç metreyi bulan beton tavanın yüksekliği, pencerenin bulunduğu duvara geldiğinde neredeyse iki metreye düşüyor. Odadakiler, yoğun duman içinde belirsiz gölgeler gibiler.
Önce dikkatlerini çekmiyorum. Masanın başına vardığımda bakışlar, bir şey ararmış gibi yüzüme odaklanıyor.
“Alnına ne oldu?” sorusu koro halinde çıktığında, doğrusu ürkmedim değil.
Olayı anlattım.
“Paslı mıydı bari boru?”
“Hemen tetanos aşısı olmalısın.”
“Yahu kardeşim, onun da bir iğnesi var. Nah! Bir karış. Tam göbekten giriyorlar.”
“Bir insanın tetanos olduğu nasıl anlaşılır acaba?”
“Evvela midesi bulanırmış.”
“Ben de, yüz kaslarının gerildiğini, gülüyormuş gibi sırıttığını duymuştum.”
“Esas belirtisi, eklemlerdeki sızı.”
“Kaslar da mı geriliyormuş ne?”
Hepsinin yüzüne sırayla bakıyorum. Bana acıdıklarını hissediyorum. Daha kötüsü korkmaya başlıyorum. Yarayı kolonyalı pamukla temizliyorum. Aynadaki görüntü doğrusu çok da fena gözükmüyor. Kısa, ama derince bir kesik var. Yüzümü izliyorum. Yüz kaslarım geriliyor mu ne? Gülümsüyorum, ama acımsı bir gülümseme.
Demli çaylar yudumlarken, herkes kişisel hikayesini anlatıyor. Bir ara Metin’in bakışlarını anlımdaki yaraya bakarken yakalıyorum.
“Ne o? Kasılma var mı?” diyor.
“Sanki yüz kasları da kasılıyor. Baksana durmadan sırıtıyor.”diyor İsmet muzipce.
Ateş basıyor. Baygınlık hissi kuşatıveriyor bütün bedenimi. Hayır! Benim bir şeyim yok. Bunalmamın ve baygınlık hissinin nedeni, sigara dumanına boğulmuş oksijensiz hava olmalı.
“Arkadaşlar sizi de ateş basıyor mu. Bunalmadınız mı içerinin havasından. Şu kapıyı açıp havalandırsak mı içeriyi?” diyorum.
“İçerinin havası normal.” diyor Adnan, sarışın saçlarının altındaki kırmızımsı suratla. Telaşım artıyor.
Okey oynuyoruz. Aklım alnımdaki yarada ve kesinlikle paslı olduğunu bildiğim borudan bana geçmiş olduğuna yavaş yavaş inandığım tetanos mikrobunda. Yarın sabah mutlaka şehre inip aşı olmalıyım. Bu düşünce rahatlatıyor beni. Ama on dokuz kilometre yol nasıl yürünecek. Yalnız başıma. Güz ayı olmasına rağmen köylünün davarları ve köpekleri hep arazide. Tekrar korkuyorum.
“Haydi oğlum uyuma!” diyor Metin. “Sıra sende. At bir taş.”
Oyuna dönüyorum. Taşımı oynuyorum. Tekrar oyundan kopuyorum. “İğne bir karışmış. Göbekten giriyorlarmış.” Tekrar korku basıyor. “Gitmem ya!” diyorum. Çocukluğum aklıma geliyor. Kaç kez çivi batmıştır ayağımıza. Kaç kez elimiz teneke tarafından kesilmiştir. Onlar sanki çok mu temiz şeylerdi.
“Oynamayacaksan bırakalım.”diyor Yavuz. Oyun sırası tekrar bana gelmiş. “Tetanos etkisini çabuk gösterdi galiba.”diyor devamla.
Beni tekrar ateş basıyor. Terliyorum. Hafızam, şimdiye kadar kaydettiği bilgileri hatırlıyor. Galiba son aşamasında insan çıldırıyormuş. Tecrit odası varmış, hasta kendini duvardan duvara vurarak ölüyormuş. Mezar da derin kazılıyor, kireçleniyormuş. Ailem çok uzaklarda. Otobüsle on beş saatlik bir yolculuk. Duyarlarsa ne olur? Ne hissederler?
Ne zaman yatağa girdiğimizi hatırlamıyorum. Hep yeşil önlüklü, ağzı kapalı doktorları görüyorum morgda. Sıçrıyorum. Korku bütün bedenimi teslim almış. Titriyorum. Kesin tetanosludur o paslı boru. Vücudumdaki gerilimin katsayısı artıyor. Ter basıyor vıcık vıcık. Koktuğumu hissediyorum. Daracık odada beş kişiyiz. Benden başka herkes uyuyor. Horlayanlar, tıslayanlar. Dişlerini gıcırdatanlar. Tekrar dalıyorum. Kireç dökülmüş mezarın başında yine yeşil önlüklü ve ağzı kapalı doktorlarla imam var. Babam, annem ve yakınlarım mezarlığın dışındalar. Koymuyorlar ki gelsinler. Bir sesle sıçrıyorum. Kim bağırdı acaba? Herkes uyuyor. Yine horultular, fısıltılar, derin iç çekmeler. Belki de ben bağırdım. Yine korku, gerilim. Yatağın içinde büzülmüş, dertop oluyorum.
***
Açık kapıdan içeri dolan soğuk ve temiz hava uyandırıyor beni. Sabahın duru, pırıl pırıl güneşi, güneye bakan çift camlı pencereden içeriye sağılırken, odanın içerisindeki havayı da berraklaştırıp, temizliyor, insanın içine anlaşılmadık bir sevinç dolduruyor. Benden başka herkes kalkmış. İçeriyi havalandırıyorlar. Biri dilimlediği ekmeği sobanın üzerinde nar gibi kızartıyor. Biri bardakları ve kahvaltılıkları masaya diziyor. Biri de Nuro’nun bakkalından getirdiği onlarca yumurtayı, sırf bu iş için kullandığımız büyükçe kulplu demlikte haşlamaya çalışıyor.
Daha gözümü açar açmaz ayak ucumda gürül gürül yanan sobanın paslı borusuna ilişiyor gözüm ve korku beni tekrar teslim alıyor. Kalkmaya korkuyorum. Elim alnıma gidiyor. Acı duymuyorum. Bu beni rahatlatıyor. Ancak bunun tetanos olup olamamakla bir ilgisi yok ki. Tekrar yatağın içinde büzülüyorum. İçerisi ne kadar da sıcak ve bunaltıcı. Ter boşalıyor. İğrenç bir koku. Tiksiniyorum.
Kalkıyorum. Her tarafım dökülüyor ve kokuyor. Kahvaltıda herkesin ilgi odağı oluyorum. Alnımdaki yara ve tetanos, gündemin tek konusu.
“Ben şehre gidiyorum. Aşı olacağım.”
“O kadar yolu nasıl yürüyeceksin? Ne olur ne olmaz. Yarın Nedim’in minibüsüyle gidersin. Bir günlük gecikmeyle bir şey olmaz.”diyorlar. İkna oluyorum.
“Ama iğneden korkuyorum.”
“Tetanostan öleni duydum ama, iğneden öleni duymadım.”diyor İsmet. Tekrar cesaretleniyorum.
***
Haftada üç gün köyümüzün yolcularını aşağı Hapanlı Köyü’nden almaya gelen Nedim’in büyük minibüsüne bindiğimde çok heyecanlı ve umutluydum.
Daha sonra milletvekili olduğunu duyduğum Kerem Amca, Türk filmlerinin müşfik, güven veren, baba rollerinin tartışılmaz ismi, ünlü Hulisi KENTMEN’i gibiydi. Kazım Karabekir Caddesinde kızına ait Güneş Eczanesi’nde otururdu sürekli. Kendisi sağlık memurluğundan emekliydi. Kızı eczacı, oğlu da doktordu. Eczanenin sahibi gibiydi. Kızını pek görmedim. Aklımda kalan, masanın arkasında asılı çerçevedeki fotoğrafıydı. Gür, siyah saçların örttüğü esmer bir yüz ve siyah boğazlı kazağı vardı.
“Yahu evladım, sevgili hocam! Ne bir karış iğnesi yahu! Bildiğin küçücük aşı iğnesi.”dedi parmağının ucunu göstererek. “Ne göbeği? Derinin altına yapılıyor. Aşı bende yok. Şu karşıdaki Tanrıverdi Eczanesi’nde vardır. Al gel de hemen yapayım.”dedi. Uçarak gittim, döndüm. Çocuk aşılarında kullanılan küçücük iğnelerdendi iğne. Nasıl olduğunu anlamadan yapıverdi aşıyı Kerem Amca.
***
Hamamacı ve beni keseleyen tellak, benim kadar kirli ve de kokan, buna rağmen mutlu ve neşeli birini görmemişlerdir herhalde. Tellakla paylaşıyorum sevincimi hamamı dolduran su ve insan seslerinin yankıları arasında. Beni anladığını sanmıyorum.
***
Akpak girdim, öğretmenlikten ayrılarak, babasıyla birlikte bir konfeksiyon dükkanı çalıştıran Kadir Abinin dükkanına. Her zaman güleçti. Hoş sohbetti. Kahkaha atmayı severdi. İlk takım elbisemi ondan almıştım. Hem de taksitle. Siyah bir takımdı. Bana nasıl yakıştığını hiç unutamadım. Kızgın ütüyle yakarak sararttığım pantolonun diz kısmını eski haline getirmek için ne kadar da uğraşmıştım.
“Oksijenle yıkarsan eski rengine kavuşur.”demişti büyük bir bilgiçlikle Kadir Abi. Olmadı tabii. Eski haline gelmedi. Aynı renkte bir pantolon için her türlü fedakârlığa hazırdım.
“Olmadı!”dedi büyük bir ciddiyetle. “Tetanos aşısını ilk yirmi dört saatte olmalıydın. Yirmi dört saatten sonra vurulan aşı, bundan sonra bulaşacak tetanos mikrobundan korur ancak.”
Bir korku, bir ateş. Tekrar vıcık vıcık ter. Bırakıyorum kendimi. Tuhaftır, esniyorum. Uyku bastırıyor. Konuşulanların hiç birini anlamıyorum. Yüzüme bakıyor tuhaf tuhaf, beni duymuyor musun, anlamında. Toparlayamıyorum ki cevap vereyim. Mırıldanıyorum.
“İyi değilsin galiba. Dur sana kolonya tutayım. Sarardın be. Neyin var oğlum senin?”
Midem bulanıyor, eklemlerim sızlıyor, yüzüm geriliyor. Yalnız kalmaya korkuyorum. Ha çıldırdım, ha çıldıracağım.
Nerde var nerde yok, Yavuz’la Metin gelip buldular beni. Sabah evden çıkarken halimi beğenmemişler. Dayanamayıp o kadar yolu yürüyerek gelmişler. Yavuz bendeki bitkinliği görünce:
“Sabah otobüsüyle doğru memlekete. Benden sana bir hafta kafa izni. Moralin iyice bozuldu. Git babanın, annenin yanına. Hatta iyi olana kadar da gelme.”
***
Beni ansızın karşısında gören ailem, büyük bir endişeye kapıldı. Hemen ertesi gün babamla, ailemizi yakından tanıyan operatör Nurhan Bey’e gittik. Yaklaşık kırk beş elli yıl önce annemin göğsünde oluşan bir kütleyi de ameliyatla almışmış.
Beni muayene ederken o sormadan başımdan geçenleri anlattım. Eklem ağrılarımı söyledim. Mide bulantımdan söz ettim. Yine dönüp dolaşıp paslı soba borusuna, tetanos mikrobuna ve geciken aşıya sözü getirdim. Birden:
“Yeter!”dedi hırsla. “Ne tetanosu! Romatizma olmuşsun sen.”
“Ama bütün şikayetlerim, başımı o paslı boruya vurduktan sonra başladı…”diyecek oldum.
“Bir daha ağzından yok paslı soba borusu, yok tetanos lafı duymak istemiyorum. Bak, babanı da tedirgin etmişsin. Yazık değil mi be oğlum. İnsan ta Kars’tan kalkıp bunun için buralara gelir mi?”
***
Kars’a geri döndüm. Ancak mutlu değilim. Mide bulantılarım, kasılmalarım devam ediyor. Arkadaşlarım tedirginler.
Sızlanmalarımdan bıkan Yavuz’a bir pazartesi sabahı, Nedim’in minibüsü köyden hareket etmeden sevk kağıdı hazırlattım.
Devlet hastanesindeki odasında hemşirelere neşeli fıkralar anlatıp onları esprileriyle kahkahalara boğan genç, yakışıklı doktora başımdan geçenleri bir bir anlattım.
“Yahu şu senin meşhur borunun takılı olduğu soba, yakılan, kullanılan bir soba mı?”dedi alaylı bir edayla.
“Evet.”
“Sen ne öğretmenisin?”diye sordu aynı alaycı tavırla.
“Sınıf öğretmeniyim.”
“Belli oluyor!”dedi küstahça gülerek.
Hemşireler de gülümsediler bana bakarak.
“Yanan bir sobanın borusunda tetanos mikrobu olmaz kardeşim. Bunu bilmek için çok bilgili olmaya da gerek yok aslında.”dediğinde, hemşirelerin gülümsemesi kahkahaya dönüşürken ben, utanç içinde ikna ve tedavi olmuş olarak odayı terk ettim.
Mutluydum!..