08 Haziran 2011
Güdelililerin çalıştırdığı otelin altındaki kahvehanede, bizi köye götürecek olan Nedim’in küçük otobüsünü bekliyoruz.
Masanın etrafında iki öğretmen… Karakoçanlı Yüksel… ve ben…
Dışarıda kasım ayazı alabildiğine… Kül rengi gökyüzünden dondurucu bir soğuk yağıyor. Buharlaşmış kirli camlar, içerinin karanlığını çoğaltıyor. Ortadaki büyük tınal sobanın yaydığı tatlı sıcaklıkta sereserpeyiz. Erol bir türlü alışamadı çay bardaklarımıza kaşık koymaya. Kıtlama içiyoruz biz de çaylarımızı…
Çevre masalarda bağlık bağlığa sohbetler, Kürtçe’sinden… kavga eder gibi… Ve okey taşlarının ıstakalarda çıkardığı sesler…
“Hocam!” diye bağırıyor çay ocağından Erol. “Bak bizim köye yeni bir öğretmen vermişler. Sizi arıyor.”
Zayıf mı zayıf. Annemin, ‘karnı sırtına yapışmış’ dediği tiplerden.
Kısacık… Çocuk gibi…
Sevecen… utangaç bir gülüş çocuksu yüzünde…
İnce, zayıf sarı saçları düz, uzun, kıvrımsız ve alnının üstüne düşmüş. Hafif baş hareketlerinde bile dalgalanıyor.
Bir ceket sırtında… yıpranmış… hatları kaybolmuş… Önü ilikli ceketinin altında bir beyaz gömlek, temiz, çok kullanılmaktan beyazını yitirmiş sanki ve uzun zamandır ütü görmemiş.
Adeta esas duruşta dikiliyor masamızın başına.
“Adım Yunus.” diyor tekmil verir gibi komutanına. üstüne yani, amirine…
Dışarıdaki soğuk içine işlemiş. Titriyor konuşurken çenesi… ve bedeni.
“Adım Yunus UTLI. Borluyum. Yeni öğretmen oldum ve ilk buraya atandım. Sizin okulunuza yani.”
Rehavet çökmüş ve oturduğu sandalyelere kaykılmış bedenlerimizi topluyoruz aynı anda, hep birlikte, komut almış gibi.
Yunus’un tüm bedenine, titreyen ses tonuna sinmiş saygı ifadesi bizi kamçılıyor, kendimize getiriyor.
Küçük, eski bir valizden ibaret eşyası.
***
Öğretmenlikten ayrılıp ticarete atılan Kadir abinin mağazasına götürüyoruz Yınus’u.
Baştan aşağı giydiriyoruz. Göz ediyoruz Kadir abiye, taksit taksit ödenecek diye.
Giydiği takım elbise ve kaşe paltosuyla dönüp duruyor boy aynasının karşısında Yunus. Kontrol edemediği, gizleyemediği bir sevinç bütün bedeninde.
***
Bütün hayat hikayesini anlatıyor gece geç vakte kadar.
Gizlisi saklısı olmayan bir dili var. Yoksulluğunu anlatıyor… İhtiyar anne-babasını ve ziraat mühendisi abisini…
Odadaki ortak yaşama birden katılıveriyor. Sofrayı kurmaya, kaldırmaya, bulaşığa soyunuveriyor hemen. Çay dökmeye kalkıyor.
“Sen misafirsin, otur…” diyoruz. Çare etmiyor. Odadaki yaşamın her anına katılıyor. Kendi hikayesiyle varolmaya çalışıyor.
Üç kişi oluyoruz odada. Karşılıklı iki somyanın arasına, Yunus’un, yeni aldığımız sünger döşeğini seriyoruz.
Birden uyuyuveriyor…
***
Gümüşhaneli E… bir yıl sonra katıldı aramıza…
İçinden konuşuyor… gizli… sırlı… güvensiz… şüpheci…
Bakışları derinlerde.
Kıstığı gözlerinde göz bebekleri belirsiz…
Karşısındakinin içini görüyormuş hissi uyandırıyor.
Evli… Bir bebeği var. Onları getirmekten söz ediyor. Köyde ev yok.
“Evliyim. Lojman benim hakkım.” diyor.
Askere giden Yüksel de evli ve altı çocuğu var. Ev yokluğu nedeniyle getiremedi onları. Dört ay sonra askerliğini bitirip gelecek. Eğer lojman evlilere bir haksa, bu hak Yüksel’indir.” dedim.
Bir dini bayram sonrasi ailesiyle birlikte çıkageldi. Bir köylünün evinde misafir kaldı. Baktık olacak gibi değil, Yunus’la lojmanı boşaltıp, okulda idare binası olarak kullandığımız daracık odaya taşındık.
***
Yunus ve ben, bütün eşyalarımızı küçücük odaya sıkıştırıveriyoruz.
İki sınıfın ortasındayız.
Yatakları serince kapımız açılmıyor.
Dağın taşın beyaza ve buza kestiği bir akşamdayız.
Gökteki ayın beyaz soğuğu yağıyor geceye.
Hacı Karo’nun Kemo ile amcasıoğlu Ömer gelmişlerdi oturmaya.
Küçücük, nefeslerimizin bile ısıtabileceği bu odada, gaz lambasından yayılan sarı, loş aydınlığın içinde, sobada yanan tezeğin ekşimsi kokusu ile bardaklardan yayılan demli çayın kokusunu harmanlayarak, birbirine çok yabancı olan kendi hayat hikayelerimizi anlattık birbirimize.
Gece yarısından sonra da kalkıp gittiler.
Yunus, hemen yattı. Ben de yatsı namaz kılıyordum.
Bir ara iki sınıflı okulun koridorundan sesler geldi. Hemen kapımızın önünde bulunan ve bulaşıklarımızı yıkamak için kullandığımız küçük plastik leğenin sürüklendiğini hissettim.
“Kim o!” diye bağırdım.
Ses yok.
Odamızın, okul koridoruna bitişik olan duvarına bir şeyin sürtündüğünü duyar gibi oldum.
Tüm seslenmelerime rağmen karşılık alamadım.
Oda kapımızın karşısındaki sınıftan yuvarlanan cam şişelerin sesini ikimiz de duyduk. Nöbetçi öğrencilerin sobaları tutuşturmak için gazyağı koyup getirdikleri şişelerdi.
Yunus, odanın köşesine çekilmiş, ayakta büzüşmüş, titriyordu.
Hafif sarışın olan rengi de beyaza kesmişti. Bir birine vuran çenesiyle :
“Yarın karakola gidip şikayet edelim,” dedi.
“Sabaha çıkabilirsek!” dedim.
Kapıyı açmaya cesaret edemedik.
Pencereyi açıp, okulun arka tarafında, neredeyse pencere hizasına kadar öbeklenmiş sert karın üzerine atlayıverdik.
Birkaç saniye içinde, yol boyunca uzanan ve okul bahçesini çevreleyen taş duvarın üzerinden atlamak istedik.
Ancak kara saplanmam nedeniyle ben atlayamadım. O anda bir karartının, duvarın üzerinden adeta uçarak geçtiğini gördüm. Bu, Yunus’tu.
Kendimizi bir anda köy meydanında bulduk.
Yunus, ayağında beyazı yün çoraplarıyla birlikte sanki uçuyordu.
Meydanın öbür ucunda Hacı Karo’nun Kemal’le, amcası oğlu Ömer’in bitişik evlerine daha varmadan Yunus’un bağırdığını, daha doğrusu bağırmaya çalıştığını fark ettim. Ama sesi çıkmıyordu.
Dondurucu gecenin ortasında ağzımızdan çıkan sözcükler, gecenin ayazında donup, boşlukta asılı kalıyor, hemen kapısında durduğumuz eve ulaşmıyordu sanki.
Hacı Karo’nun Kemal’ ile, amcası oğlu Ömer’i uyandırabildiğimizde, saat gece yarısından sonra bir buçuğu bulmuştu. Bizim halimizi görünce onlar da şaşırıp, korktular.
Nefes nefese, yarım yamalak anlattığımız olayı anlamış olmalılar ki, evlerinden aldıkları koca sopalarla birden okula doğru yöneldiler.
Anahtarlar içerde kaldığı için, okula çıktığımız pencereden girmemiz gerekiyordu.
Kemal:
“Hocam, hele gir de kapıyı aç,” deyince:
“O kadar yürekli olsam, kapıdan çıkıp kaçardım. Maalesef pencereden girmek zorundayız. Bu işi de sen yapacaksın,” dedim.
Elinde sopası, sırtında gri paltosu, başında doğululara has, tiftikten örülmüş kirli sarı kalpağı ile pencereden içeri süzüldü. Biraz sonra da okulun kapısını açıp bahçeye çıktı.
Yaptığımız aramada hiçbir iz bulamadık. Sadece şişeler yuvarlanmış, oda kapımızın önündeki leğen sürüklenmişti!
Kemal:
“Rahmetli babam, eskiden okulun yerinde yatır olduğunu söylerdi.” dedi…
O geceyi Kemal’in evinde geçirdik.
Sabah kalkar kalkmaz, köyün tek bakkalı Mecit Çavuş’un yanına gittim. Beni çok severdi. Altmış beş, yetmiş yaşlarındaydı. Askerden gelince gözlerini yitirmiş.
Gece yaşadığımız olayı anlattım. Halimize acımıştı. Ankara’daki öğretmen oğlu İrfan için yaptırdığı tek gözlü dama yerleşmemizi istedi.
Hemen o gün göçümüzü taşıdık. Yorulmuş olacak ki, Yunus erkenden yattı. Zaten gün boyu çok yorgun ve bitkin gözüktü. Ayrıca yüzü beyazlamıştı. Geceki olayın etkisinden kurtulamamıştı anlaşılan. O uyuyunca, gaz lambasını masaya koyup, – cuma gecesi olması nedeniyle – yasin okumaya başladım. Ne kadar okudum bilemiyorum, tuhaf bir hırıltı işittim. Döndüm, hırıltının, yorganı tepesine iyice çekmiş Yunus’tan geldiğini anladım. Ancak, yorgan garip bir şekilde titriyordu. Ürktüm. Korkuyla yorganı kaldırdığımda, Yunus’un yüzü koyun yatmış bir vaziyette titreyen vücudu ile karşılaştım. Tutup çevirmek istedim. Yay gibi gerilmiş ve kaskatı olmuştu. Çevirdiğimde, ağzına yığılan köpükleri gördüm. Bağırmak istedim. Korkudan sesim çıkmadı. Evden dışarı fırladım. Mecit Çavuş ve oğlunu çağırdım. Döndüğümüzde Yunus biraz kendine gelmişti, ancak geçirdiği nöbetten habersizdi.
***
Yunus, o gece sabaha kadar üç nöbet geçirdi. Ben her seferinde evden fırlayıp, Mecit Çavuş’u çağırdım. Çok korkmuştum. Artık Yunus’la bir odada yalnız kalmak istemiyordum.
Sabahın altısında Yunus’u kaldırıp, Nedim’in arabasıyla Kars’a götürdüm. Ayakta durmakta zorlanıyordu.
“Yahu benim bir şeyim yok. Sadece başım ağrıyor, biraz da halsizim. Bunun için de doktora gidilmez ki.” deyip durdu.
Gittiğimiz ilk doktor, dinleyerek ve uzaktan gözüyle yaptığı bir muayeneden sonra bizi neredeyse kovdu.
Çok nazlıymışız, evhamlıymışız! vs.
Kazım Karabekir Caddesi’ndeki Güneş Eczanesi’nin sahibinin sağlık memurluğundan emekli babası Kerem Amca’nın yanına gittik. Durumu anlattım.
“Anlatmana göre iş ciddi. Sen arkadaşını nöroloji uzmanına özel olarak muayene ettir. Hastanede bakmaz,” dedi.
Nöroloji uzmanının muayene bitiminde:
“Arkadaşınız epilepsi nöbeti geçirmiş hocam. Halk arasında buna ‘sara’ derler.” dediğini, muayene sonrası giyinen Yunus da duydu.
“Desene ayvayı yedik doktor bey” deyince, doktor:
“Sizin şu anda ayakta durmanız bile mucize biliyor musunuz? Tansiyonunuz sekiz.”
Bana dönerek:
“Arkadaşınızı derhal hastaneye yatırmamız gerekecek.” dedi.
Bir haftalık yataklı tedavinin sonunda yirmi günlük bir raporla çıkageldi köye Yunus. Niyeti bu süreyi evde yatarak geçirmekti. Ben, Yunus’un o gece gece geçirdiği o nöbetlerin ardından korkuyu tam atlatamamıştım. Derhal hazırlık yapıp Bor’a, annesinin babasının yanına gitmesini, moral depolamasını söyledim. Ancak ikna edemedim. Benim korkum, geceleri tekrar geçirebileceği sara nöbetleriydi.
Artık bahar gelmişti. Giresunlu arkadaşımız şehir merkezine göçmüş, Elazığlı olan arkadaşımız da askerliğini bitirmiş, ailesini getirip, lojmana yerleşmişti.
Bir hafta sonu Kars’a giden Yunus, geri dönmedi. Hafta ortasına kadar bekledik. Gelmeyince, Elazığlı arkadaşımla birlikte içimizde kötü duygularla şehre indik. Güdeli köylülerinin çalıştırdığı, üstü otel olan kahvehaneye gittik.
Otele bakan Erol:
“Hocam, Yunus cumartesi sabahı saat altıda fenalık geçirdi. Onu hastaneye götürüp bıraktık. Sonrasından haberimiz yok,” dedi.
Hastaneye gittik. Yatışı yapılmıştı. Ama Yunus yoktu. Ayakkabıları yatağının yanındaki dolaptaydı. Odada bir hasta vardı. Bu odaya yattığından beri yalnız olduğunu, arkadaşımızı tanımadığını söyledi. Arkadaşım bir ara nöroloji uzmanının yanına gitti.
Doktor :
“Arkadaşınız hastaneden kaçmış olabilir. Zaten delirmek üzereydi,” demiş.
Hayatın bu yönünü hiç düşünmeyen ben, yaşama yabancılaşmış, ondan ürkmeye başlamıştım.
Yunus’tan kimsenin haberi yoktu.
Bir hasta bakıcı:
“Bir de morga bakın.” deyince donduk.
Çaresiz bakmak zorundaydık.
Korktuğum için morga ben değil, Elazığlı arkadaşım girdi. Girmesiyle çıkması bir oldu. Yüzü bembeyazdı.
Güçlükle:
“Ölmüş, kokmak üzere,”dedi, gözleri dolu dolu.
Hastaneden çıkınca da bıraktı kendini.
Durumu, Milli Eğitim Müdürlüğü’ne bildirdik.
Et Balık Kombinasından buz getirmek için bize bir taksi tahsis ettiler.
Morg görevlisi, getirdiğimiz buzu, Yunusun vücuduna serpiştirdi. Zira morgun soğutucusu çalışmıyordu.
Milli Eğitim Müdürlüğü, durumu Karayazıdaki ziraat mühendisi olan abisinin dairesine bildirdi.
Cenazeyi götürmek için bir de taksi ayarlandı.
***
Yunus, büyük hayallerle başlamıştı öğretmenliğe.
Gencecikti. Neredeyse çocuk yaştaydı. Daha altı ay önce aldığı, ancak eskimesin diye doğru dürüst giymediği, giymeye kıyamadığı, hep odamızın duvarındaki askıda, şeffaf naylon torbanın içinde asılı duran tek kat takım elbisesinin ütüsü bile bozulmamıştı.
***
Bebekliğinden çocukluğuna, çocukluğundan gençliğine kadar ellerini üzerinden çekmeyen, onun üzerinde titreyen, hastalandığında gecelerini çocuklarının başucunda geçiren ailesinden ilk kopuşuydu Yunus’un.
Tabutunu iki öğretmen ve hastane görevlileri taşıdık hastane morgundan taksinin bagajına.
Ardında ne ağlayanı vardı, ne de ağıt yakanı.
Burada biten, susan ve sessizliğe gömülen hayata inat, hastane bahçesinin dışındaki caddede öten araba kornalarıyla, bağrışan insanlarıyla, koşup oynayan, gülen çocuklarıyla, bahçeyi çevreleyen kavak ve çam ağaçlarının arkasına ağmış, ışık hüzmelerini kavak ve çam dallarının arasından geçirerek, taksinin, taksinin içindeki tabutun üzerine düşüren güneşiyle yaşam, alabildiğine canlı ve hareketliydi.
Ölüm haberinin abisine ulaştırılıp, ulaştırılamadığı, cenazeyi almaya gelip gelmeyeceği konusunda tereddüt oluştu. Zira o dönem, haberleşme olanakları oldukça kısıtlıydı.
Çok geçmeden, hastane bahçesine hızla dalan taksinin bize yönelmesi üzerine, gelenin abisi olabileceğini ve birazdan ortaya çıkabilecek feryadın, çığlığın bende yaratacağı duygulardan korkup, hızla oradan uzaklaştım.
Hastanenin ön yüzündeki kapıdan, insanlarla tıklım tıklım dolu olan polikliniklere daldım.
Çok geçmeden geri döndüm.
Abisi sakin ve vakurdu…
Yavaş yavaş hastanenin bahçesinden çıkan cenaze arabasının önünde, gözleri yerde ve nemli, muhtemelen kardeşinin cansız bedeninin, anne-babasının yüreğinde tutuşturacağı yangını ve depremi düşünüyordu.
Daha altı ay önce, Güdeli köylülerinin çalıştırdığı kahvede önümüze dikilip:
“Merhaba hocam! Benim adım Yunus. Sizin okula yeni atandım.” diyen o güleç yüzlü, sarışın çocuk, yaşamın ne olduğunu anlayamadan ve ona doyamadan, “gurbet elde bir garip” misali, Türk Bayrağı’na sarılı tabutun içinde ebedi yolculuğuna çıktı.