05 Temmuz 2009
Uzun boylu, zayıf, ama kemikli bir gençti Tayyar. Soğuk yanığı esmer, ince, uzun yüzü hep güleç ve sevimli. Arkadaşı için gözünü budaktan çekinmeyen tiplerden. Sadakat, yardımlaşma duygusu çok belirgin.
“Kar yağdı.” cümlesini öğretirken, “yağdı” değil de, “yagdı” diyen öğrencilerime, ‘ğ’ harfini söyleyemedikleri için kızmıştım da Tayyar:
“Hocam, biz Kürtlerin gırtlağı “ğ” harfini söyleyemez. O nedenle çocuklarımız, ”Kar yağdı.” yerine “Kar yagdı.derler demişti de ben de utanmıştım. Bir öğretmenin kendi ülkesinin bu gerçekliğinden haberi olmalıydı…
Bu olaydan sonra Tayyar’la kafalarımız sardı. Akşamları oturmaya geliyor. Köyün belki de lise eğitimi almış tek genci. Eğitimli olmanın verdiği derinlikli düşünme, hayatı farklı kavrama ve anlama yeteneğini paylaşabileceği, sohbet yapabileceği kimse yok köyde.
“Patlıyorum Hocam. Konuşacak kimse bulamıyorum. Varsa yoksa koyun, kuzu, inek, dana, köpek, bir de askerlik.” diyordu hep.
Beraber kaldığım Giresunlu öğretmen arkadaşım sık sık izin-rapor alıp memleket’e gidiyor. Genellikle de yalnız kalıyorum. Çekinmiyor da değilim hani.
Kars’ta ikinci yılımın başında, sanırım ekim ayındayız. Gece geç sayılmayacak bir vakit. Yalnız oturuyorum. Tek tesellim, yolun hemen öbür yakasında geç vakte kadar çalışan ateş değirmeninin ve değirmene gelip gidenlerin sesleri.
Elektriğin olmadığı zamanlardayız. Mazotla çalışan bir motor çeviriyor değirmenin kalın, silindirik taşlarını. Motordan çıkan ve geceyi yaran keskin çatçatlar nasıl da güven telkin etmede. Ekinler ağustos ayında ancak biçilmiş oluyor. Dolayısıyla da değirmenlerde buğday öğütme işi, eylül-ekim aylarında yapılıyor. Değirmenin uğultusu, henüz yeni susmuştu ki, hemen önündeki masada oturduğum pencerenin tahta kepenginde müthiş bir çatlama oldu.
“Kaçmayın ulan geliyorum!” şeklindeki bağırışım. Planladığım bir şey değildi. İçimdeki başka bir kişilik vermişti bağırma kararını sanki. Çünkü bağırdıktan sonra anladım bağırdığımı. Sağır eden bir sessizlik ve korku.
Tayyar’a olayı anlattığımda, bunun ancak çocuk işi olabileceğini söyledi. Söyledi ama ertesi gün akşam da otomatik bir tüfekle geldi eve.
“Sana kullanmayı öğreteyim. Tüfek sende kalsın. Aynı şey bir daha olursa aç pencereyi, bir şarjör boşalt. Bu köyde herkes bilir bunun nasıl silah olduğunu ve kimse bir daha cesaret edemez.” dedi.
Havalar soğuyor. Gece soba yakılmazsa olmuyor. Tez elden tezek almak gerek. Yörede “kerme” de diyorlar. Köyde yok. Olan da ateş pahası. Herkesin kendine yetecek kadar var. Tayyar, hafta sonu yaylaya gidip, oradan almayı öneriyor.
Bir hafta sonu sabah erkenden kendi traktörüyle kapıya geldi.
Güz mevsimi. Her yer güz sarısı. Kışkırtıcı bir sakinlik.
Köyün yaylasına gittik. Yolda bana tembihte bulundu.
“Sen pazarlığa karışma Hocam. Ben hesaplı alırım.” dedi
Yaylada tezek ve ot yığınları arasında obalar belirsiz. Sadece neresinden çıktığı belli olmayan hafif, açık renk dumanlardan anlaşılıyor obalar. Taştan duvarlar kermeyle sıvanmış. İtinasız, eğri büğrü alçak damlar. Pencereler var-yok arası, küçücük.
Orada burada büyük-küçük baş hayvanlar. Ağır aksak, gamsız tasasız gezinenler, otlayanlar, yatanlar. Aralarında heybetli çoban köpekleri. Terk edilmiş gibi, insandan eser yok. Yaylanın tek hakimi, sahibi hayvanlar sanki.
Yayladaki obalardan birinin kapısını çaldık. Akrabası imiş. Orta yaşlı bir kadın ve Tayyar yaşlarındaki oğlu çıktılar dışarı. Sarıldılar birbirlerine. Bütün konuşmalar Kürtçe geçiyor tabii. Bir ara obanın hemen önündeki tezek galağına yöneliyor bakışları. Tezek yığınlarına “galag” diyorlar. Konuşmalar sertleşiyor. Tezeğin sahibi genç arada bir bana bakıyor. Tayyar, boş ver onu, gibilerden gülerek bir bakış fırlatıyor bana, rahatsız oluyorum. Gencin annesi iğreti, alçak bir kapıdan obaya girip çıkıyor. Tabi Kürtçe konuşuyor ama arada bir “ vicdan” sözcüğü çıkıyor ağzından. Tayyar’la genç oğlan yine bana dönüyorlar. Genç:
“Hocam, sen kaç lira verirsin?” diyor koyun kermesinden oluşmuş galağı göstererek. Koyun kermesi çok değerlidir. Kömür gibidir. Kalorisi yüksek, yanma süresi uzundur. Büyük baş kermesi dayanıksız olur. Yanar geçer. Köyde istenen fiyatın yarısını söylüyorum:
“On bin lira veririm.”
İkisi arasında tekrar başlıyor pazarlık. Daha sert ve kızışarak. Tezeğin sahibi tekrar dönüyor bana.
"Hocam kaç veriyorsun sen bu tezeğe?"
"On bin dedik ya!"
“De sus Hocam ya, de sus. Ben burada beş bin liraya pazarlık yapıyorum.” deyince Tayyar, anladım baltayı taşa vurduğumu.
Sonra genç, Tayyar’a dönüp:
“Yahu insaf et. Tezeği alacak olan on veriyor, sen beş veriyorsun.” demiş...
İşte o sırada annesi gelip:
“Bizim de gurbette çocuğumuz vardır. Vicdanlı ol.” diyor oğluna Kürtçe.
Ve bitiriyor pazarlığını tezeğin.
Sonuçta beş bin liraya aldık bir traktör koyun kermesini.
Uçsuz bucaksız yaylanın ortasında, obalardan çıkan dumanın oluşturduğu sisler içinde bırakıyoruz uzaklaştıkça silikleşen obaları.