Af günaha âşıktır
"Yanlışı delillerle çürütmeden bırakmak" der Karl Marx, "entelektüel ahlâksızlığı yüreklendirmektir."
Eleştiriyi sadece gerekli kılan değil, aynı zamanda onu entelektüel namusun olmazsa olmaz vasfı hâline getiren de bir tesbittir bu!
Ödemek istersen, bak işte hesap pusulası önünde.
Düşünmenin bedeli bu! Eşyayı kavramaya çalışmanın. Hakikati aramanın.
Sırf bu yüzden yol kesicilerle savaşmak zorundasın. Namussuzlarla. Meydanı bezirgânlara bırakmamalısın! Aslâ entelektüel ahlâksızlığı yüreklendirmemelisin! Eleştirmeli/eleştirebilmeli ve pek tabii ki eleştirinin hakkını vermelisin. Sadece yanlışları düzeltmekle yetinemezsin, yanlışları, sahipleriyle birlikte dümdüz de etmelisin/edebilmelisin!
İskoç çizmelerini ayağından çıkarmamalı ve nöbet kulenden bir an bile ayrılmamalısın!
Vs. vs. vs.
* * *
Genç Marx'ın bu coşku dolu keskinliği, düşünmeyi ciddiye alan her namuslu zekânın iyi kötü tanıdığı, hissettiği, hatta yaşadığı bir duygudur. Bilhassa gençken.
Düşünmeyi öğrenmeye başladığım yıllardan itibaren benim de şiarım oldu eleştiri.
İtiraf etmemde bir sakınca yok: Ben eleştiriyi vakit kazanmanın bir yolu olarak görmüştüm. Hakikatle temas edene değin dinlenmenin... soluk almanın... hatadan korunmanın bir yolu olarak... Zira o yaşlarda hakikati tayin edemezdim belki, ve fakat hakikat olmayanı teşhis edebilirdim. Yani sahici olmayanı...
Sahih ise, hakikat ise, o hâlde eleştirilerime direnebilir, mukavemet edebilir ve kendini pekâlâ yıkılmaktan koruyabilirdi. Değilse, dayanıksız her düşünce kırıntısı gibi gibi onun da canı cehenneme idi. Yıkılıp devrilmesinde, yani düşünmenin kendi doğasına uygun davranmasında —benim açımdan— hiçbir mahzur yoktu.
Eleştiri, bir zamanlar nazarımda düşüncenin kendisiyle sınanabileceği yegâne ölçüttü, ki bu bugün de böyledir. Eleştiri yoksa, düşünme, özünün gerektirdiği diyalektik salınımdan mahrum demektir, ki bu durumda çürümesi ve yok olması zorunludur.
Düşünmenin nefes alıp verebilmesi ise ancak işaret etmeye çalıştığım bu diyalektik salınımla mümkündür. Eleştiriyle yani.
Vs. vs. vs.
* * *
İnsan sırf düşünmeden mi ibarettir ki a dostum benim, duyguları hiç işin içine katmadan âdeta bir hesap makinesi keskinliğinde konuşuyorsun! Hep bir eleştirmen, hep bir düzeltmen, hep bir sayman gibi...
Oysa meselenin başka cihetleri de var. Öyle ya, bizim düşünce geleneğimiz bu denli keskin bir eleştiri tarzına izin verir mi? Verirse, ne kadar verir? Nereye kadar verir?
Molla Kasım'a ihtiyacımız var. Düşünce dünyasının titiz zabıtalarına. Kılı kırk yarıcılarına. Elif'i "elf defa" çizecek olanlara.
— "Afv, günaha aşıktır."
Kenan Rifai hazretleri böyle buyurur bir defasında. Eleştirmenin, düzeltmenin yanısıra bağışlamanın da nefsimizdeki hissesine dikkatimizi çeker; bağışlamanın ve bağışlanmanın taleb ettiği o muhkem hisseye...
Afv, yani Tanrı.
Günah, yani insan!
Öyle ya, rahmetinden öte sığınağımızın bulunmadığı zâtın engin affına muhtaç olmayan kim var aramızda?
Kimse! Bilâkis hepimiz muhtacız, ve iyi ki muhtacız. Belki eleştirilmeye, belki düzeltilmeye, ama her hâlukârda bağışlanmaya!
Düşüncelerimiz yanlış, davranışlarımız hatalı olabilir. Peki ya zâtımız? Zâten mi hatalıyız? Zâten mi kusurluyuz? Zâten, yani zât itibariyle mi suçluyuz?
Ne münasebet, zâten, varolan her şey haktır. Hakkın kendisidir. Hem de mecazen değil, hakikaten haktır. Hak haktır çünkü. Hakkın beni seni olmaz. Ben de hakkım, sen de haksın, o da hak!
Şeyh-i Ekber'in işaret ettiği gibi, mevcudat aynen haktır. Aynen, yani vücudu itibariyle...
Vs. vs. vs.
* * *
Geçenlerde bir vesileyle Gülşenî silkinden bir zâtın sohbetiyle müşerref oldum. Ömür Efendi'nin sohbetiyle. Sadece müşerref mi, yanısıra müstefid de oldum.
Kendileri, "Zatiyyet, sıfatların yokluğunu ister" buyurdular, tam da sohbetin koyulaştığı bir noktada.
Usulca kaydettim. Öptüm, başıma koydum.
Vs. vs. vs.
* * *
Bizlerin sıfatlarda/vasıflarda, yani kılıkta kıyafette rastlanılabilecek her kusurun yokluğuna meyl duymamız, zatiyet itibariyledir. Nazarımız zâta olursa, ve bir de zâttan olursa, her türlü esmâ ve sıfat —ister istemez— buharlaşıverir. Çünkü zatiyetin ateşine dayanamazlar.
Söz zât ve zâtiyete gelince, her türlü nicelik ve nitelik önemini kaybeder. Önemini ve değerini ve mevcudiyetini. Zatiyet makamında ne namus vardır bu yüzden, ne de ahlâk. Ne abid, ne mabud! Ne rezzak, ne merzuk.
Genç Marx'ın tüm enerjisini kendisinden devşirdiği o diyalektik salınım en nihayet esmâ mertebesindedir. İkiliğin dünyasında. Çokluğun. Duyuların.
Zavallı Marx, günahların sırf bağışlanmak için varolduklarını hiç bilemedi.
Tıpkı benim gibi.
Vs. vs. vs.