1915 çok büyük kayıpların yaşandığı bir yıl, ama bugün anlıyoruz ki ölüm dışında da insanın kendisini, geçmişini, ailesini, ismini kaybetmeye zorlanması, hafızasını silmek mecburiyetinde kalması da mümkün. Bazen ölmek ne kadar korkunç ise yaşamak da o denli ağır. Bu tarih sayfasında bu ağır yük ne yazık ki kadınlara daha küçücük bir kız çocuğu iken pay düşülmüş.
İki üç yıl önceydi. Yine bir Ermenistan-Türkiye yakınlaşma projesi, odak grup gençler, renkli, eğlenceli, alternatifler… Konuşmacı olduğum halde gezilere beni de sürüklüyorlar. Bir otobüs dolusu genç Erivan’daki Soykırım Anıtı’na gidiyoruz. Ermenistan’dan ve Türkiye’den gençler. Yaklaşık bir haftadır beraber konferanslara katıldılar, ziyaretlerde bulundular, tartıştılar, şaşırdılar, akşamları yemek yediler, şarkı söylediler ve artık son günleri, akşam uçağına binmeden önce Soykırım Anıtı’na son gezilerini yapıyorlar Ermenistanlı arkadaşlarıyla.
Ermenistan’daki gençlerde, aslında hemen hemen herkeste uzun süredir fark ettiğim bir hâl var. Gençler Türkler ile daha samimiyet geliştirebildikleri için olsa gerek, onlarda bu durum daha da bariz fark edilebiliyor. Ne zaman bir Türk ile diyalog geliştirmeye başlıyorlar, bakıyorlar karşılarındaki kişi makul, aklı başında, dürüst görünümlü hemen ayaküstü bir yoklamaya tabi tutuyorlar. Konu kendi ailelerinin 1915′te yaşadıklarını, acılarını bu insanların kabul edip etmediği, etmiyorlar ise biraz daha deneyip anlatmaya çalışanlar olabiliyor, belki ilgisizliği bilmediğinden kaynaklanıyor diye düşünerek. Bu hafta boyunca bu tip durumlarla çok karşılaşmamıştım. Karşılaşmadığım için de mutluydum doğrusu, öyle anlarda içim burkuluyor, acıları kabul göremeyen, resmiyet kazanmamış, yaralarını sarmaktan önce onları ispatlamaya çalışan insanların düştükleri durum çok içimi acıtıyor. Derdinize yanmak için izin istemek gibi onay beklemek… Bir cenazede yas tutamamak gibi, ağıt yakamamak…
Ben otobüste kaldım, inmedim anıta geldiğimizde. O konuşmalara tanıklık etmek istemiyordum. Ama gençler tekrar otobüse doluştuğunda kulaklarımı da kapatamadım doğrusu. Ermenistanlı katılımcılardan çok da aktif olmayan bir üniversite öğrencisi genç kız, yine kendisi gibi Türkiye’den bir üniversite öğrencisi delikanlıya, mahzun mahzun gülümseyerek sordu: “Neler hissettin müzede, üzüldün mü?” Kızın gözlerinde çok umutlu bir bekleyiş vardı, belli ki bir haftadır bir sürü şey konuşmuşlardı, anlaşmışlardı, gülüşmüşlerdi. Ümitliydi, bu çocuk Ermenilerin yaşadığı acı karşısında üzülebilecekti, üzülecekti. İyi Türkler de vardı. “Beni böyle şeyler, yerler etkilemiyor açıkçası, ticari şeyler bunlar, şu kadar içim sızlamadı!” dedi çocuk, işaret parmağı ile bir sineği tasvir edermişçesine. Üzüldü kız, çok üzüldü, akşam uçağa binip gidecek genç adam hiç ama hiç üzgün değildi. Yok, olmamıştı beklediği kızın, burkuldu içi, belli etmemeye çalıştı ama yüzündeki ümitler çoktan solmuştu. Acısının resmiyet kazanması değildi istediği, anlaşılmaktı, kendisinden olmayan birinin da yasına ortak olmasıydı. Artık çocuk da bu burukluğu anladığından mı bir şeyler eklemek gerekliliği duydu bilmiyorum ama konuşmasa kuşkusuz daha az insanın canını acıtmış olacaktı.
Bak, benim ailemde bir sürü Ermeni gelin var, dedelerim hep Ermeni kız almışlar, korumuşlar kollamışlar, evlenmişler, eşleri yapmışlar. O kadınlar, anneannelerim hiçbir gün şikâyet etmediler, tamam belki onlar çok fazla etkilenmemişler tehcirden, zarar görmemişler, ama tek bir gün kötü bir laf etmediler Türkler için…” dedi ve sustu. Ondan sonra kimse ağzını açıp bir şey diyemedi. Bu çocuklar, yani o gencin anneanneleri ve babaanneleri hakkında aslında az da olsa yazıldı çizildi Türkiye’de. Nasıl travmalar geçirdikleri, kendilerini nasıl sakladıkları ama en sonunda dayanamayıp ölüm döşeğinde en makul torunlarını yanlarına çağırıp bir suçtan, bir günahtan arınır gibi “ben Ermeni’yim” demeleri ve başlarından geçen olayları bir bir anlatmaları kitaplara bile konu oldu.
hayatta kalmak da ölüm kadar acı
Soykırım, insanların hayatlarını etnik kökenleri sebebiyle kaybetmeleri, anlatılamayacak kadar büyük bir acı. Ölenlerin yasını tutamamak kalanlar için çok trajik. Ama belki de 1915 ile ilgili en acıklı ve bilinmeyen kısım, bu toplum mühendisliği yapılırken gözleri önünde tüm aileleri katledilmiş küçük kız çocuklarının durumu. Her kızın hikâyesi farklı zorluklar ve ruh hallerini barındırsa da aslında hayatları benzer bir çizgi takip etmiş. 1915 yılında zaten Ermeni ailelerin çocukları dışındaki erkek üyeleri çoğu ilden toplanmış ve götürülmüş durumda. Kalan kadınlar katledilirken bazı küçük kız çocuklarına ve genç kızlara özellikle güzel olanlarına dokunulmuyor, kaçmalarına göz yumanların yanı sıra onları evlerine, eşlerine yardımcı veya evlatlık alanlar da oluyor.
Hikâyenin başladığı yer genelde bir Kürt ya da Türk ailesi. Kuma alınan genç kadınlar, hizmetçilik yapan küçük kız çocukları… Genelde tüm hikâyelerde evin erkeklerinin kendilerine daha merhametli davrandıklarını söylüyor, kadınlar için ise durum farklı, rekabet, kıskançlık derken evin hanımları bazen bu kadınların evden kaçmalarına bile ortak olmuşlar. Aile içinde Ermeni oldukları bilinen bu kızlar, yaşlanıp anneler, nineler olduklarında artık onların geçmişlerinden, eski isimlerinden eser bile kalmamış. Kendi kimliklerini çocuklarından bile saklamak zorunda olan bu kadınlardan bazıları bazen belki de bir işaret olsun diye ya da gelecekte çocukları, torunları izleri takip edip sırlarını çözsünler diye izler bırakmışlar usulca. Mutfağı kullanmışlar. Nisan ayında çörek yapmışlar, Paskalya’yı evde kutlamadıkları halde. Sulu köfteye “glorik” demişler. (Glorik-Ermenice yuvarlak anlamında). Hiçbir aracı olmayan kadına mutfak ile birlikte hikâyeler, ninniler de yoldaşlık etmişler. Bazen kendi hikâyelerini anlatmışlar çocuklarına masal gibi…
Dillerini unutmuşlar, annelerini, babalarını, kardeşlerini, isimlerini, köylerini, sevdikleri delikanlıları. Koca ailelerden geriye çoğu zaman sadece bir tek kız çocuğu kalmış. Hem öksüz hem yetim, yalnız bir genç kız düşünün. Hiçbir akrabası, hiçbir ümidi kalmamış bir gencin tüm bu gözleri önünde gerçekleşenleri sindirip başka bir ailede yeni bir isim alarak yaşamaya devam etmesi, edebilmesi ne büyük acı. Ne büyük mücadele. Ama yaklaşık 90 yıl sonra bile onun acısını paylaşamayan, “Benim ailemde bir sürü Ermeni gelin var, dedelerim hep Ermeni kız almışlar.. O kadınlar, anneannelerim çok fazla etkilenmemişler tehcirden, zarar görmemişler…” diyebilen bir torun. Çocuğunuza ya da torununuza bile anlatamayacağınız, paylaşamayacağınız bir hikâyenizin olması ne hazin, ne büyük bir ceza hayatta.
“Anneannemin hiç akrabası yoktu” diye kuşkulanıp araştırmaya başlayanların yanı sıra, “Bir gün annem babaanneme çok kızdı, sonra bana bakıp Ermeni işte ne olacak, dedi” ninelerinin Ermeni olduğunu öğrenen bugün çok sayıda insan var. Bazıları bu yaşlı kadınların o kadar sene sessiz kalmış olmalarının günahını evin erkeklerinde bulup, ninelerin yapamadıklarını yapıyorlar, Ermenice şarkılar dinliyor, çocuklarına Ermeni isimleri takıyorlar, Agos okuyorlar. Çoğu ise konu çok da dal budak sarmadan üstünü örtmeyi daha makul buluyorlar. “Devlet dairesinde çalışıyordum, duyulmasını istemedim”, “Eşim bu tip konularda çok hassastır, evliliğim zarar görebilirdi” gibi bahaneleri “Ermeni avcılığı” yapılan, “Elimde önemli makamlarda olan Ermenilerin listesi var!” diye televizyonlarda bağırılan bir dönemde anlamak mümkün tabii ki.
1915 çok büyük kayıpların yaşandığı bir yıl, ama bugün anlıyoruz ki ölüm dışında da insanın kendisini, geçmişini, ailesini, ismini kaybetmeye zorlanması, hafızasını silmek mecburiyetinde kalması da mümkün. Bazen ölmek ne kadar korkunç ise yaşamak da o denli ağır. Bu tarih sayfasında bu ağır yük ne yazık ki kadınlara daha küçücük bir kız çocuğu iken pay düşülmüş.
Kim olduklarını anlatamadıkları çocuklar dünyaya getiren bu kadınlardan bazıları, o çocukların iyiliği için çoğu kez kimliklerini kendileri ile birlikte toprağa gömmek zorunda kalmışlar. Toplum mühendisliği, insanları katletmek, yerlerini değiştirmek ile kalmamış, onlara büyük bir sırrı saklamak zorunda oldukları bir hayatın kapısından içeri itmişler. Bugün biz bu kadınlar hakkında konuşurken, sadece ölmedikleri ve sağ kalabildiklerinden dolayı, pişkin pişkin “onlar olaylardan pek etkilenmemişler” diyebiliyoruz hem de torunları olarak. Yine hayatı ve kadını hafife alıyoruz.
Acıya ve kadına biraz saygı gösterirsek belki bir şeyler değişir, belki küçük, yetim kız çocuğu kendi ailesinin koyduğu ismi değiştirmeden de mutlu yaşayabilir, geçmişini unutmak zorunda kalmadan da bir gelecek kurabilir, yaşlanıp anneanne olduğunda başından geçenleri “anlaşılabileceği” ümidiyle torunlarına anlatabilir. Ve en önemlisi, üzerinden yıllar da geçse torunun ya da bir başkasının kendi acısı için dökeceği bir damla yaşla huzur bulabilir…
*Araştırmacı-yazar
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1278526&title=aciyi-paylasabilmek-1915te-geride-kalan-kadinlar&haberSayfa=1