Dışarıda kar, tipi, boran. Göz gözü görmüyor. Akşam karanlığı çöktü çökecek bir vakitteyiz. Ben, akşam yemeği hazırlığındayım. Ahmet, radyodan odaya yayılan kemençe havalarına kendini kaptırmış, ayakta, olduğu yerde, kollarını pelte gibi cansız ileri uzatmış, titreyip duruyor. “Hakiki horon böyle oynanır.” diyor.
Birden kapı açılıyor, biri ayaklarını sert sert yere vuruyor kapı önünde. Karlarını temizliyor olsa gerek. Elinde kılıf içinde sazı ile birlikte, tepeden tırnağa paltoya, atkılara ve kalpaklara bürünmüş biri giriyor. Yüzünü, kafasını, boynunu boğazını o kadar kalın sarmış ki, belden kafaya kadar aynı kalınlıkta. Örtülerin altından bir ses geliyor ama, anlaşılır gibi değil.
Ahmet horonu bırakıp, kahkahalarla gülmeye başlıyor. Geleni tanıyor besbelli. Kapı ağzında ayakkabısını çıkaran yabancı yavaş yavaş üstündekileri çıkarmaya başlıyor. Kapı arkasının tüm loşluğuna rağmen saçsız, açık alnı ve kemerli burnu seçiyorum. Dışarı akacakmış gibi duran gözbebekleri iri iriydi. Baygın bakışlarını da sonradan keşfediyorum. En heyecanlı anında bile göz kapakları yarı yarıya kapalı gibi duruyor. Kendini ilk defa görüyordum. .
Görev yaptığı köy, birkaç kilometre uzaklıktaki Yaylacık Köyü. Bağırsan duyulacak kadar yakın bize. Türkmeşen’in güney doğusuna düşüyor. O köy de bir yamaca kurulmuş. Bir yamaçta Türkmeşen, karşı yamaçta da Yaylacık. İkisinin arasında. Şirin mi şirin bir düzlük var.
Hem çalıp, hem söyleyen tam bir saz üstadıydı Ahmet. Şakacı, pratik zekâlı ve yaşadığı yere çok çabuk uyum sağlayan biriydi. Kars’a geleli bir yıl dahi olmamasına rağmen, köylülerle Kürtçe konuşur, kendi köylerinde bakkal olmadığı için bizim köyün bakkalına gelir, alışverişini yaparken de Kürtçe’yi kullanır, dükkandakilerin ilgi odağı haline gelirdi. Bu ilgiden de çok hoşlanırdı. Hatta ayaküstü onlara, Kürt ozan Şivan’dan Kürtçe türküler de söylerdi.
Göreve başlamak için geldiği Digor’da, ayrılıkçı örgüt elemanları kendini çevirip, örgüte para istemişler.
“Arkadaşlar,” demiş. “Göreve yeni atandım, param yok. Maaşımı alınca söz, sizi memnun edecek kadar veririm.”
“Olmaz,” demiş gençler. “Hemen vereceksin. Sen nerelisin bakalım?”
“Samsunluyum.”
“Ooo” demişler. “Bir de metropolden gelmişsin. Aç bakalım elini, nasır var mı?” ,
Bakmışlar,
“Nasır da yok.”
“Bakın!” demiş. “Ben de sizin gibi devrimciyim. Buraya tayinim çıktı diye çok sevinmiştim.”
“Uzatma da örgüte yardım yap!”
“Sizin yaptığınızı Sivas Eğitim Enstitüsünde faşistler bile yapmadı.” deyince,
“Demek sen bizi faşistlerle bir görüyorsun öyle mi?” diye haykırıp saldırmışlar. Kaşını yarmışlar. Kan revan içinde kendisini kaymakamın odasına dar atmış.
“En zoruma gideni de kaymakamın takındığı tavırdı.” diyor.
“Güvenliğini sağlayalım da ilçeden dışarı çıkaralım.” dedi.
Demedi ki:
“Kim yaptı? Eşkallerini ver, hemen yakalayalım.”
“Nerdeee. Adam, güvenliğimi sağlayacakmış da, ilçeden dışarı çıkaracakmış da…”
***
“Haydi arkadaşlar akşama ne yiyeceğiz yahu.” deyip fırladı ayağa.
Bir odadan ibaret evimizin kiler niyetine kullandığımız köşesini şöyle bir karıştırdı. Ardından kapıya yöneldi, dışarı çıktı.
On dakika sonra elinde bir paketle döndü.
“Size kartol (patates) kızartıyım mı yavrularım? Hı ne dersiniz?” Cevabı beklemeden, masanın üzerine boşalttığı patatesleri cebinden çıkardığı çakıyla soymaya başladı. Sanki roller değişmişti. Biz misafir, o ev sahibiydi. Bizimkine, ayıp olur, yardım edelim, anlamında baktım. Keyifle gülüyordu. Belli ki konuğumuz “evin bir üyesiydi.”
Tane tane, anlaşılır, kullandığı kelimelerin hakkını vererek, kurduğu cümlelerin tadına vara vara konuşuyordu. Hasretti besbelli konuşmaya.
Ben daha sonra anlayacaktım Kürtçe’nin konuşulduğu bu coğrafyada beni anlayanlarla konuşmanın ne büyük nimet olduğunu.
Sıkı bir sosyalistti. Dini kavramlarla arası hoş değildi. Halkını sevdiği için, dindarlığına da saygı duyduğunu söyler, dine , materyalizmin baktığı yerden bakardı. Ona göre insanlar evrenin işleyişini bilmiyorlardı. Bu bilinmezlik korkusu da “Yaratıcı’nın var olması gerektiği” fikrini besliyordu. Doğadaki bilinmezlikler bilim sayesinde bilinir oldukça, insanlardaki Allah inancı azalacak, son tahlilde de ortadan kalkacaktı. Bu nedenle aydınlar, bilim adamları Tanrı’nın varlığına inanmazlar. Öğretmenlerin de içinde bulunduğu ilerici aydınların dindar olmaları söz konusu olamazdı ona göre.
Burada, Ahmet’in söylediği ile örtüşen bir “halk bakışına” şahit olmuştum ki ilginçti. Evet bu yöre halkına göre de öğretmenler dindar olamazdı! Onların bu kanaatini besleyen yaşanmışlıklar olmalıydı kuşkusuz. Yıllar geçtikçe, özellikle köylerde de halkın bu düşüncede ya da bu düşünceye yakın olduklarını fark ettim. Köylünün tarihsel süreç içinde tanıdığı tek entelektüellerdi öğretmenler. Halkın beslendiği kaynaklardan beslenmiyorlardı. Halkın beslendiği kaynakların, uygarlaşmaya zehirleyici bir etki yaptığını, ima etmeden, çıplak söyleyiveriyorlardı çarpıcı olması adına.
İlk öğrencilik yıllarımdan şahittim, öğretmenlerime göre de halk, gelenekleriyle, inançlarıyla her gelişmenin önünde tıkaçtılar. Gelenekler, yenilikleri reddediyordu onlara göre. Mahallemizdeki yaşlılara göre, hoparlörden ezan okunmasının, ya da Ay’a çıkılmasının, zihinlerdeki dini zorlayıcı bir yanı vardı sanki. Hoparlörden ezan okunması ve Ay’a çıkılması dinden referans alarak açıklanamayınca, din dışılığı tasdikleniyordu.
Evin içine dolan kızartma kokusu iştah artırıcıydı. Gaz lambasının yaydığı turuncu aydınlık, çizgileri belirsizleştiren bir loşluk doldurmuştu içeriye. Bu aslında huzuru da çağrıştıran bir şeydi sanki. Ayrıntıların silikleşmesi mekanı derinleştiriyor, belki de sonsuzlaştırıyor, insanı bilinmezlik karşısında yalnızlaştırıyordu. Loşluk, aydınlığın her şeyi keskinleştiren, netleştiren, görünür kılan, deruni olana yaşam alanı bırakmayan yanını da ortadan kaldırıyordu. Yarattığı belirsizlikte insana ait maddi çizgileri de bulanıklaştırıp, silikleştirirken, ruhu, varlık olarak zamanın, belki de zamansızlığın ve dahi mekansızlığın koynunda büyütüyordu.
Bunu Ahmet’e nasıl anlatmalıyım ki?
“Kalkın bakalım. Ben size saz çalacağım, siz de çay yapıp sofrayı kuracaksınız.” dedi.
Kürt ozan Şivan’dan bir türkü çalmaya başladı Kürtçe. “Okuyun” diyordu Şivan Kürtler’e.
Sigaraya sarılmasındaki iştahlılık da kayda değerdi doğrusu. Dolu dolu çektiği dumanın yarısını daha dışarı bırakmadan yutuyordu.
Kuralları yoktu. Anı yaşamaktaki mahareti üst düzeydeydi. O anda olanlar onu çok ilgilendiriyordu. Yüksek sesle düşünürdü. İncitmeye yönelik bir niyet taşımadığı için dolambaçsız konuşurdu. Kocaman iki yuvarlak göz çukurları içinde dışarı fırlayacakmış gibi görünen göz bebekleri her daim güleçti ve güven telkin ediyordu.
İki yatağı yan yana getirip üç kişilik yaptık.
Artık birbirimiz görmüyorduk.
Karanlıkta sadece sözlerimiz vardı sılaya hasret…
16 Kasım 2009