13 Aralık 2012
Kars’ta, ikinci öğretim yılımın başlarıydı.
Mehmet isminde, Susuzlu muydu, Arpaçaylı mıydı bir öğretmen tayin ettiler.
Zayıflığından dolayı boyunun kısalığı pek dikkat çekmiyordu. Her doğulu gibi, soğuk yanığı esmer bir yüze sahipti.
“Hangi örgüt hakim buralarda?” diye sordu.
Birden ve hiç tereddütsüz. Zira netameli bir konuydu örgüt meselesi. Korkutan ve korkulan bir tehdit olarak her an uzağımızdaymış gibi duran ve fakat hemen yanıbaşımızda olabilen bir korku. Dolayısıyla da içimizde yaşayan bir tehdit.
PKK'nin hakim olduğu ya da örgütlendiği tek ilçeydi Digor. Karslı olarak bunu bilmemesi şaşırtıcıydı.
Ayrılıkçı örgütün etkin olduğunu söyleyince rengi uçtu. Birden panikledi:
“Benim fraksiyonum onların can düşmanıdır. Beni yaşatmazlar burada. Benim derhal gitmem lazım… Hayır arkadaş, ben kesinlikle duramam. Can güvenliğim yok. Sabah derhal ilçeye gidip, dilekçe vermeliyim.” demeye başladı. Kapı vurulsa nere gireceğini şaşırıyor, hatta mutfağa kaçıp saklanıyordu.
Sözünü ettiği "Halkın Yolu" fraksiyonu ile PKK, Marksist örgütlerdi aslında. Ancak "ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkı" konusu, anlaşamadıkları temel bir çelişkiydi ve ölümcüldü!
Sabah kalktığımızda Mehmet yoktu. Ne zaman kalkıp gitti anlayamadık.
***
Jandarmalar genellikle ikişerli gruplar halinde köyleri devriye gezerlerdi. İlk defa ikiden fazlaydılar ve jiple geldiler. Vakit akşama doğruydu. Okulun önünde durdular. Sorgusuz sualsiz, tek bir kelime etmeden okul müdürü Selahattin Abiyi aldıkları gibi gittiler.
Uykumuz kaçtı. İşin içinde muhtemelen sabah erken eyvallah demeden kaçan Mehmet vardı. Ancak bizim Mehmet’le konuştuklarımızdan Selahattin abinin haberi yoktu. Daha doğrusu bir müdür olarak okuluna atanan bu arkadaşı görememişti bile. Jandarmalar, olayın müdürle alâkasının olmadığını anlayacaklar ve bizi almaya geleceklerdi. Kaçsa mıydım? Ülkede askeri yönetim var. Daha Kars’ı çıkmadan yakalarlardı. Yakalanmak, tutuklanmak ya da sorguya alınmak, kaybolmak demekti. İşkence görmek, aklını yitirmek, öldürülmek demekti.
Davalar sıkıyönetim mahkemelerinde aylarca sürüyor, cezaevlerinde işkencelerden söz ediliyor, bu süre içerisinde yakınlarınızın size ulaşması mümkün olmuyordu. Hatta nerede, hangi sorgulama merkezinde, hangi ilçede, hangi ilde olduğunuz bile bilinmiyordu.
Ya bizi sorguya alır, işkencede ülkenin herhangi bir yerinde işlenen cinayetleri, terör eylemlerini üzerimizde bırakılırsa ne olacaktı. İşkencede aklımı yitirdiğimi, aileme teslim edildiğimi hayal ediyorum. Annemin babamın yıkılışlarını, kendilerine sürülen lekeyi. İşkence hanelerden çıkarılan cenazeler de geliyordu aklıma. Böyle dönemlerde yaşanan nice acıklı öyküler vardı karamsar düşünmem için.
***
Sabaha kadar uyumadım, uyuyamadım. Uykuya daldığımda sıçradım durdum. Ahmet uyuyordu. Etkilenmemiş gibiydi. Ya da başına geleceklerden habersizdi.
Sabaha doğru kararımı verdim. Müdür beyi görmeye gidecektim. Kararımı Ahmet’e açıkladım. Uygun gördü.
Ürkek, çekingen, belki de bir daha dışarı çıkamama, tutuklanma endişesiyle, ayaklarımız titreyerek girdik iki katlı hükümet binasının birinci katındaki jandarma karakoluna. Oysa ne kadar da çok, kayıtsız, serbest, özgürce gelip geçmiştik önünden. Meğer ne kadar da korkunç oluyormuş. Giriyorsunuz ve bir daha çıkamıyorsunuz. Bodrumlar, daracık, loş koridorlar, hücreler ve oradan karanlıklar içinde kayboluş. Bu tahayyül, olağan üstü dönemlerde yaşanmış öykülerden çıkarılmış bir kurguydu aslında.
Karakol komutanına, müdür beyin “alınma” nedenini sorduk.
“Bir öğretmen, can güvenliğim yok gerekçesiyle dilekçe vermiş kaymakamlığa. Oraya terör örgütü elemanları mı geliyormuş ne. Bir yataklık söz konusu anlayacağınız. Kaymakam Bey’in talimatıyla gidip, müdür beyi aldık. Ancak henüz sorgusunu yapmadık.”dedi. Görmek istediğimizi söyledik.
Kendisini nezarethanede değil, askerlerin koğuşunda misafir etmişlerdi. İçeri girdiğimizde, neden tutuklandığını anlamadığına dair şaşkınlığı henüz üzerindeydi. Biz de tutuklanış nedenini söyledik.
İkindi vakti müdürü sorguya almak istediklerinde, söz konusu dilekçeyi veren öğretmenin sözünü ettiği kişilerin biz olduğunu söyledik. Şaşırdı komutan. Saflığımıza mı, mertliğimize mi saydı tavrımızı bilmiyorum. Sorguda Halk Eğitim Müdürü de vardı bizi ihbar eden öğretmenin yakını olarak..
Komutan orta boylu, hafif göbekli vücudun üzerindeki başı iriceydi. Kırmızı etli yanakları, haki renkli üniformasının yakaları üzerine taşıyordu adeta.
“Doğru mu hocam örgüt elemanlarının köyünüze geldiği? Daha doğrusu yanınıza geldiği?”diye sordu bana dönerek. Sorgulayıcı bir insandan çok, kendisinden bize bir zarar gelmeyeceği havası vardı.
“Yok!”dedik. “Kesinlikle yok böyle bir şey.”
“Mutlaka gelmişlerdir.”
“Geldilerse de biz görmedik.”
“Küçücük köyde nasıl göremezsiniz? Hiç yabancı gençler görmediniz mi?”
“Görmüşüzdür muhakkak. Gurbette o kadar gençleri var. Kim köylüdür, kim değildir bilemeyiz elbet.”
“O gördüğünüz yabancıların içinde, şimdi size resmini göstereceğim gençler de var mıydı, bir bakın bakalım.”derken masanın gözünden çıkardığı “Arananlar” listesini masanın üzerine yayıverdi bir çırpıda.
Arananların bazılarını tanıyorduk. Ancak tanıyan sadece biz değildik.
“Komutanım, bizim tanıdıklarımızı siz de tanıyorsunuz.”deyince dondu kaldı. Komutana göre benim yaptığım bir küstahlık mıydı? Yoksa delilik miydi? Kendine aşırı güvenden kaynaklanan bir cesaret göstergesi miydi?
“Ne demek bu? Ne demeye çalışıyorsun hocam?”
“Bu fotoğraftaki gençlerden bazıları, daha altı ay önce, yani ihtilaldan önce sizin bu karakolun önünden geçerek, üst kattaki ilköğretim müdürlüğüne kadar çıkıyor, bizden haraç topluyorlardı.”
“Peki o para toplayanları şimdi görseniz tanır mısınız?” Komutan sadece benimle konuşuyor, Ahmet, korkudan olsa gerek beyazlamış ve titreyen kurumuş dudaklarıyla bir kenarda bizi izliyordu. Olayın sadece benimle tartışılmasından rahatsız oldum.
Masasının altındaki bir yerden zile basarak nöbetçiyi çağırdı komutan. Aşağıdakileri getirmelerini istedi. Askerin emri aldıktan sonra olduğu yerde verdiği topuk selamında çıkardığı ses, hayret vericiydi. Beş dakika sonra nöbetçi, on yedi on sekiz yaşlarında gösteren bir gençle girdi içeri. Yanakları henüz tüylenmiş. Muhtemeldir ki hiç sakal tıraşı görmemiş yüzü, seyrek, ince, zayıf tüylerle kaplı. Kendine bol gelen, kirlilikten, ya da eskilikten soluk haki renkli askeri parkanın içinde süklüm püklüm, kayboldu kaybolacak.
O dönemin sol görüşlü gençlerinin en büyük tutkusuydu parka. Herkes bilirdi parka giyen her gencin solcu olduğunu. Bölücü örgüt elemanları, parkaya ilaveten “Mekap” botlar giyerlerdi turuncu renkli. Dağ şartlarına uygun dayanıklı botlardı bunlar. “Mekap” bir marka mıydı, yoksa botun tabanındaki malzemenin adı mıydı hatırlamıyorum. İşte karşımda, parkanın içindi kaybolmuş, kirden kalınlaşmış çalı gibi saçların altında küskünlük müdür, suçluluk mudur, yoksa kin midir bilinmez bir yüz ifadesiyle duran gencin ayağındaki Mekap botlar dikkatimi çekiyor her nedense. Duruşundaki zayıflık, uykusuzluğundan mıdır, yorgunluğundan mıdır, yaşayacaklarından duyduğu korkudan mıdır bilmiyorum, okuyamıyorum. İnsanın bu kadar ayrıntıyı birkaç saniye içinde hafızaya nasıl kaydettiği şaşılacak bir durum.
“Tanıdın mı Hocam bu haini? Bu muydu sizden para gasp eden? Ya da para alanların içinde var mıydı?” dedi benim olumlu cevap vermemi umut eden bir ses tonuyla. Sanki bu gence suç isnat etmek için adeta kanıt arayan bir yakarış ifadesi vardı. Belki de bunu bilinçli yapıyordu beni oltaya çekmek için. Beni koruyormuş rollerinde miydi acaba!
Birden korkuya kapılarak arkamı gence döndüm. Gördüğüm tek şey oksit sarı renkli bir duvardı. Meğer duvara ne kadar da yakınmışım.
“Tanımıyorum, hiç görmedim.” dedim korkulu bir telaşla. Muhtemelen bu çocuk, bir şekilde ailesine, kendisini ihbar edenin falanca köyün öğretmenleri olduğu haberini uçuracaktı. Bir gece köyü basacak olan örgüt de bizi temizleyecekti.
“Komutanım, neden bizi yüzleştiriyorsunuz ki?” dedim, genelkurmay başkanının “ihbarcılar suçlularla yüzleştirilmeyecek” genelgesini hatırlayarak.
Komutanın masasının sağ tarafındaki pencerenin önünde, sandalyede, iki elini dizlerinin arasına sıkıştırmış şekilde ve tam bir saygı ifadesiyle oturan Halk Eğitim Müdürü son derece kibar bir edayla:
“Komutanım özür dilerim. Evren paşamızın talimatı malumunuzdur. Hocamız haklıdır. Sanıkla yüzleştirmeniz hocamın can güvenliğini tehlikeye atabilir.”demesiyle birlikte komutan, omuzlarımdan kuvvetlice tutarak sert bir şekilde yönümü sanığa doğru çevirdi.
“Hocam! Korkmana gerek yok. Artık bunların işi bitti. Bunların mesaisi akşam beşten sonra başlayacak.” Muhtemelen yapacağı işkenceyi ima ediyordu. Ani bir hareketle sanığa doğru yönelip öyle bir şamar indirdi ki, çıkan sesten odadaki herkes irkildi. Bir anda sanığın da gerisinde, kapının arkasına büzüşmüş titreyen Ahmet’i fark ettim. Olay o kadar komutanla benim aramda geçiyor ki, onun burada olduğunu unutmuşum.
“Ulan!”dedi, “Geçen gece ablanı öldürdünüz. İçlerinde sen de var mıydın bilmiyorum. Eğer benim karşıma ablanı öldürenlerin beynine bir kurşun sıkmış olarak çıksaydın, alnından öper, buradan doğru evine gönderirdim. Ama sen, ablanı öldüren katillerle birlikte dağlarda geziyorsun.”
“Antalyalı öğretmenin beynine çaktığınız çivi kaçlıktı ulan? Ha kaçlıktı?” Her sorunun önce ve sonrasında peş peşe inen şamarlar, çocukta hiçbir etki yapmıyordu sanki. Belirsizliğe bakan gözlerde bir donmuşluk veya bu donmuşluğun gerisinde, karşısındakine korku salan bir “inanmışlık”, sorgulayanı çıldırtan bir meydan okuma vardı. Bir “güce”, bir iradeye karşı gelmenin, sessizlik veya tepkisizlik üreterek bu kadar etkili olabileceğini keşfediyordum.
Hani sınıfta, bir otorite olarak tam da sessizliği sağladığınızda çalınan bir ıslığın veya bir çıtırtının sahibini ortaya çıkarmak için uyguladığınız terörün, şiddetin karşısında susan sınıf kadar insanı çaresiz bırakan bir şey yoktur ya, işte bu durumun, yukarıda anlattığım olaya karşılık geldiğini düşündüm bir an.
Attığı tokatlaran yorulmuş olmalı ki komutan, “götürün şunu.” dedi kapının arkasında bir köşede büzüşmüş Ahmet’in yanında esas duruşta bekleyen askere. Askerin, kolundan sıkıca kavradığı çocuk, yediği tokatlardan sersemlemiş, sendeleyerek çıktı, bilinmez, kestirilemez yolculuğuna.
“Hocam, nerelisin?”
“Amasayalı”
“Kürt müsün?”
“Hayır.”
“Okulda Türkçe öğretiyor musun?”
“Aksi mümkün değil. Çünkü Türkçeden başka dil bilmiyorum.”
“Hafta sonları okula Türk Bayrağı çekiyor musun?”
“Evet.”
“Hocam, örgüte gönüllü alarak katılmak istesen de onlar seni kabul etmezler zaten. Kürtler’e Türkçe öğreten, onların tabiriyle Kürdistan’da Türk bayrağını göndere çeken bir öğretmenden daha iyi düşman olur mu?”
Bu, mantık kurgusu açısından anlamlı ve ikna ediciydi ama, yine de beni konuşturmaya yönelik bir “tuzak” olarak algılamakta inat ediyordum.
Son olarak komutan,
“Hocam, buradan okulunuza gittiğinizde eğer örgüt elemanı olduğundan şüphelendiğiniz birini görürseniz, ya da size gelirlerse, hemen muhtarın odasındaki telefondan bizi arayın. ‘Komutanım sipariş ettiğiniz peyniri temin ettik, getirelim mi?’ deyin. Biz anlarız durumu.”
Oturduğu sandalyesinden ayağa kalktı. Dostça elini uzattı. “Yardımlarınızı bekliyorum hocam.” diyerek, tuttuğu tutanağı imzalattı ve bizi hükümet konağının kapısına kadar uğurladı.
Gece yarısı, bir yığın terör eylemlerine şahitlik etmiş ve Digor’u tam ortasından ikiye bölerek Kars’a giden tek ana caddeye yapayalnız bırakılıvermiştik.
Aklıma, bu yörede, ihtiyarlamış, “işe yaramaz” köpeklerin, kış ortasında köyün meydanına bırakıldıkları ve gece köye inen kurtlar tarafından parçalandıkları geldi. Şansımız, bu “işe yaramaz” köpeklerden daha iyi olmalı ki, yanımızda bir kamyon durdu. Digor’a yük getirmiş Trabzon plakalı kamyonla Kars’a gitmek, Rabbimizin bize bir lütfuydu.
Kars… Güven ve sükûn şehri…