Kışın ortasında, her şeyin, her yerin beyaza kestiği bir günün akşamında iki insan geldi okulumuzun bahçesindeki lojmana.
Akşam karanlığı çöktü çökecek bir vakitte.
50-60 yaşlarında.
Kısa boylu ikisi de...
Paltoların sıkı sıkı sardığı bedenleri oldukça iri ve hantal.
Sarı tiftik kalpakları altındaki başları kocaman.
Ellerinde bond çantalar.
Yüzlerinde “ciddi adam” ifadesi asılı…
Başöğretmen kibrinde…
Küçümseyen…
Ve buyurgan…
***
Ayaklarını vurarak kapı önündeki sahanlığa, karlarını silkelediler.
Güneye bakan penceremize yalıtım için gerdiğimiz kalın naylon, içeriye kirli bir aydınlık dolduruyor.
Henüz gaz lambasını yakmadığımız odamızda, sigara dumanı o kadar yoğun ki her şey puslu ve silik.
Evin köşelerinde loş bir derinlik.
“Bu ne be!” diyor, diğerine göre heybetli olanı.
“Burada insan mı yaşıyor! Açın çabuk kapıları pencereleri!”
Aşağılayan bir emir.
Gülüyoruz yalancıktan, yapmacık..!
Biraz da utangaç…
Espri yaptığına inanmak istiyoruz.
Daha kim olduklarını bile söylemediler ama müfettiş oldukları son kullandıkları cümlelerden belli…!
Yavaş yavaş soyunmaya başlıyorlar.
Önce sarı tiftik kalpaklar, ardından paltolar ve en son boyunlarında sarılı atkılar, somyalarımızın üzerinde karanlık bir yığıntı oluşturuyorlar.
“Yakın şu ışığınızı.” diyor yine heybetli olanı belindeki silahı çıkarıp pencerenin önündeki masaya koyarken.
Bir insanın misafir geldiği evde bu kadar küstahlaşabileceğini anlayamıyorum!
Daha kısa olanı, uyarıyor heybetli olanı:
“Yapma!” diyor. “Şimdi o silahı oraya koymanın ne anlamı var. Yakışmadı Niyazi Bey!”
İsmini öğreniyoruz bu arada kendisi söylemese de.
Hiddetleniyor Niyazi bey. Kaba bir hitap dökülüyor dudaklarından:
“Kimden korkacağız. Erkeğin malı meydanda olur.”
Buz gibi bir sessizlik her yerde..!
***
Sobayı yakıyoruz telaşlı. Çay suyu koyacağız.
“Muhtarı çağırın muhtarı.” diyor emirvari. “Sizde şimdi ne kaz vardır, ne de bir şey. Muhtar bize bir ziyafet çeker herhalde!”
Ertesi gün teftişte bir felaket yaşayabileceğimiz korkusu gelip oturuyor içime…
“İnşallah benim sınıfa girmez.” diye geçiriyorum içimden.
***
Muhtar Kemal İNİK’in muhtarlık işlerini yürüttüğü odasının küçücük camından, beyaz bir ışık fışkırıyor dışarıya gece karanlığında.
Üç arkadaş, lüks lambasının odaya doldurduğu beyaz aydınlığın içine giriyoruz.
Gaz lambasının turuncu aydınlığına alışkın gözlerimiz kamaşıyor.
Karınlarını doyurmuş müfettişler, yer minderlerinde, sıcak odanın verdiği keyifli bir rehavetin içindeler.
Arkalarındaki dokunmuş rengarenk halı yastıkların sert yumuşaklığına yaslanmışlar.
Hemen kafalarının üstünde, duvarda boydan boya asılı, canlı renklerin kullanıldığı el dokuması bir başka halı…
Kürt coğrafyasının binlerce yıllık tarihsel derinliğinden süzülerek gelmiş motifler halının üzerinde.
Tablo kusursuzluğunda…
Koyu renklerin motiften motife geçerkenki uyumu olağan üstü…
Bir bütün içindeki farklılıkların bir birine geçişi öylesine ahenkli…
Farklılıklardan oluşmuş bir bütünlük…
Binlerce yıldır bu coğrafyada kalabilmenin, farklı kültürlere eklemlenebilmenin bir ifadesi olsa gerek bu uyumluluk…
Aykırılık yok… zıtlık… yani çatışma…
***
Antalyalı olduğunu sohbet içinde öğrendiğimiz müfettiş, doğunun geri kalmışlığından/bıraktırılmışlığından söz açtı çayını yudumlarken.
İtiraz etti Niyazi bey, sert, çok bilmiş bir edayla.
Karşısındakinin suç işlediğini ima eden vurgu öylesine güçlü ki…
Biraz da tehdit kokan cümlesini en son kullanıyor.
“Bu konuştuğunuzu asker duymasın!.. Sonra bölücülükten!..”
***
İhtilal yılları…
Herkesin mimlendiği, fişlendiği yıllar…
Sokağa çıkılmaya korkulduğu…
Yüksek perdeden siyasetin konuşulamadığı…
Kürt sözcüğünün ağza alınmadığı, alınamadığı, alınmasının da tutuklanmayla eş anlamlı olduğu zamanlar…
İhtilal aleyhine söylenen sözlerin affedilmediği, söyleyenin pişman edildiği bir faşizm alabildiğine.
Karakolların, askeri ve sivil cezaevlerinin, et-balık kombinalarının işkence haneye döndüğü…
“Eşitlik” olsun diye bir sağdan, bir soldan gençlerin darağacına çekildiği yıllar…
***
“Ben” dedi Antalyalı müfettiş meydan okurcasına:
“Doğunun geri kalmışlığını valinin yanında da söylerim…
Erzurum sıkıyönetim komutanının yanında da söylerim…
İhtilalın başındaki Kenan Evren’in yüzüne de söylerim…
Kaldı ki senin yanında!..
Senden mi çekineceğim!..
Sen de git beni ihbar et!..”
Bir sessizlik odanın her yerinde.
Her köşesinde.
Ve buz gibi bir soğukluk...
***
Ertesi gün sabah iki müfettiş ellerinde bond çantalarıyla sınıflara girdiler.
Dışarıda hava kapalı. Kül rengi bir aydınlık içeriye kasavetli bir karanlık dolduruyor sanki.
Soğuk mu soğuk.
Müfettiş Niyazi bey, ardında muhtarla benim sınıfa kapıyı vurmadan girdi!..
Hiçbir şey söylemeden de gitti sınıfın arkalarında bir boş masaya oturdu muhtarı da peşinden sürükleyerek…
Sınıftaki öğretmeni yok sayan küstahlığı beni öylesine gerdi ki…
Sınıftan dışarı çıkarmak konusunda gittim-geldim.
Vazgeçtim…
Sırf benden bir şey istemesin, çünkü, isterse emrederek ister diye teftiş edebileceği ne kadar evrak varsa o daha istemeden götürüp önüne yığdım.
Ve kendisi orada yokmuş gibi dersime devam ettim.
Hem önüne yığdığım evrakları inceliyor, hem de muhtarla sesli konuşuyor.
O da ben sınıfta yokmuşum gibi hareket ediyor muhtemelen. Müdahale etmeyi düşünüyorum. Ancak mesleğimin daha üçüncü yılı. Böyle bir müdahalenin bana neye malolacağını kestirmiyorum. Ya Kars’ın en mahrum yerlerinden birine sürerlerse düşüncesi beni hep kararsız bırakıyor.
***
Yerinden kalkıp tahtanın önüne geliyor.
İri kafasında etli yanakları gömlek yakaları üzerine sarkmış. Gözler, kocaman kafada küçücük, derinlere gömülmüş adeta. Var mı, yok mu dedirtecek cinsten.
Birkaç öğrenciye isimlerini soruyor.
O heybetli vücuttan böylesine silik bir sesin çıkması şaşırtıyor beni.
Silik ama kadifemsi… yumuşacık…
Dünkü Niyazi’yle, hatta biraz önce sınıfa girene kadarki Niyazi’yle, şu anda öğrencilerin huzurundaki Niyazi nasıl da bir çelişki teşkil ediyor.
Şaşırıyorum…
Öğrencilerle Türkçe diyalog kurmada zorlanıyor.
Baktı olmuyor resimlerle iletişim kurmaya çalışıyor.
Bir kız öğrenciye fare resmi gösteriyor. “Bu ne” gibisinden kafa sallıyor.
“Mişk” diyor öğrenci tüm sevimliliği ile…
Sınıf kahkahalarla gülüyor.
Sonra bir inek resmi gösteriyor aynı öğrenciye.
“Çêlek.” diyor aynı sevimlilikle.
Tekrar bir kahkaha tufanı.
Sınıf canlanıyor. Niyazi bey sınıfta iri bir palyaçoya dönüşüyor birden.
Bana dönüyor:
“Yahu hocam, bunlar zehir gibi maşallah!” diyor.
Kalktığı yere tekrar dönüyor. Muhtarla yüksek perdeden sohbete tekrar başlıyor.
Muhtara benim için söylediği cümle, öğrencilerin yarattığı o uğultuya rağmen beynime çivi gibi çakılıyor.
“Senin öğretmen bakar kör olmuş!”
Tepesine dikildim:
“Anlayamadım!” dedim sert.
“Yok bir şey.”
“Hayır, var bir şey. Lütfen biraz önceki cümlenizi tekrar eder misiniz?”
“Yoklamaların altını bağlamamışsınız da.”
“Onu sormadım. Muhtara benim için kurduğunuz cümleyi soruyorum.”
“Kızma hoca! Öğretiyoruz.” dedi küçümseyen bir pişkinlikle.
Adeta muhtara, nasıl da kudretli olduğunu hissettirmeye çalışıyor sanki. Yüzünde küçümseyici bir gülümseme.
Patlıyorum:
“Sen müfettişsin öyle mi? Öğretme yöntemlerinin içinde hakaret ederek, öğretmeni muhtarın yanında küçülterek bir öğretme yöntemi var da ben mi duymadım!..”
Yüzünde anlamsız bir gülücük.
“Defol!..” diyorum bağırarak.
“Defol!..” sözcüğünü ben mi söyledim!
Kendime inanamıyorum… Tam bir refleks olmalı…
“Keşke rüya olsa.” diye geçiriyorum içimden…
Artık geri dönüşü yok… Bırakıveriyorum kendimi…
“Lütfen sınıfı terk ediniz. Sizin bana öğreteceğiniz hiç bir şey kalmamıştır!”
Donuyor…
Tepkisiz…
Öyle oturuyor…
“Lütfen..!” diyorum bağırarak.
Muhtar bozuluyor. Müfettişe:
“Çıkalım müfettiş bey!” diyor.
Afyonlanmış gibi muhtarın peşi sıra çıkıyor.
Şaşırma sırası bende.
Neden hiç tepki vermedi ki!
***
Saatler sonra muhtar geliyor. Müfettişleri yukarı Söğütlü köyüne bırakmış.
Bana kızıyor.
“Misafir Tanrı emanetidir. Çok ayıp etmişsin.”
Utandım.
***
Günlerce korku içinde sürgün kararı bekledim.
Bir akşam üstü aşağı Hapanlı köyünden Nedim’in yarım otobüsü köyün meydanına yolcularını boşalttı.
Uzun paltolarına sarınmış, başlarında yün bereleri, ellerinde şehirden getirdikleriyle köylüler birer karartı halinde köyün içine dağılıp yittiler.
İçlerinden biri elindeki siyah fermuarlı çantasıyla köy meydanından lojmana doğru yöneldi. Elinde yükü olmayan tek kişiydi.
Vücudunun iriliği ve ağırlığı altında dışarı doğru kavis yapmış bacaklarıyla sağa sola yalpalayarak gelen kişi muhtardı.
Düşünceli girdi lojmana. Bana bakışı geçen ki gibi dargın değildi. Bir pişmanlık ifadesi vardı sanki.
Düşündüklerinin çok azını söylerdi. Özet halinde…
Söylemedikleri, gizledikleriydi. Bu özelliği, onun korkutan tarafıydı.
Köylü onun yanında çok da açık konuşamazdı.
Aleyhinde?
Asla…!
Doğu köylerinde muhtarların köy odaları, söz dinlemeyenlerin jandarma tarafından “hizaya” getirildiği mekanlardı.
Otoritenin tesis edildiği… Korkunun yüreklere yerleştirildiği…
Hep bir gizli planı varmış havası sezilirdi.
İyi bir dinleyici, onun konuşmalarından gizli gündemlerini yakalayabilirdi.
Derinlerdeki dirayeti, sesinden sezilirdi.
“Hele şu seccadeyi ser de namazımı kılayım. Vakit geçmiştir babam.” dedi.
Şaşırdık.
Aslında evimize gelen biri değildi. Öğretmenlerin ayağına gitmek olurdu ona göre.
Bir ağalık, aşiret reisliği, köy büyüğü kültürüydü hakim olan.
Namaz kılarkenki teslimiyeti şaşırtıcı biçimde duruşuna nasıl da yansıyordu.
Selamını verip dualadıktan sonra seccadeyi toplayarak kalktı ve yatak olarak kullandığımız somyaya oturdu.
Bana müşfik bir edayla bakarak:
“Hocam, vallah ben senin hakkında kalmışım. Keşke o müfettiş mendeburunu dövseymişsin! Ne yapmış bilirsin babam? Hani ben onu yukarı Söğütlü köyüne götürmüştüm ya. O gece muhtarın evinde kalmışlar. O kafir demiş ki:
‘Aşağıki köyün muhtarı aç bıraktı bizi. Pireden uyuyamadık.’ Vay dinsiz imansız vay!..”
Sonradan öğrendim Söğütlü köyü muhtarının bizim muhtara:
“Yazıklar olsun, muhtarlığımıza leke sürdün. Adamları bir rahat ettirememişsin. Pireli yatakta yatırmışsın.” diye alay ettiğini.
***
Aylar sonra teftiş raporlarımız geldi.
Raporumun derecesi “ORTA”ydı ve bir de not düşülmüştü:
“Öğretmenin önerilere karşı tepkisi biraz daha dengeli olmalı…”
Buna da şükür dedim içimden.
Sürülmemiştim…
***
Mayıs ayının ortalarına doğru gelen resmi yazıda, “Zekai GÖRGÜLÜ’nün, Kars İmam Hatip Lisesi’nde Temmuz – Ağustos aylarında düzenlenecek Meslekiçi Eğitim Semineri’ne katılacağı yazılıydı. Katılmak zorunluydu.
Önemsendiğimi o nedenle seminere çağrıldığımı düşünmüştüm. Ta ki seminerin ilk gününe kadar.
Seminere öğretim görevlisi olarak katılan Çorumlu müfettiş M.Ali GÖRGÜLÜ’yle soyadlarımızın aynı olması nedeniyle tanışıyorduk ve aramızda bir dostluk da vardı. Kars gibi bir ilde Amasyalıyla Çorumlu, hemşeri kabul edilirdi.
Beni görünce şaşırdı:
“Hayırdır Zekai! Senin ne işin var burada.” dedi.
“Ben de seminere katılıyorum.” dedim biraz gururlu.
“Yahu sakın teftişten “ORTA” aldım deme!”
Dondum… Yerin dibine geçtim… Kızardım… Konuşuyorum ama sesim çıkmıyor…
Meğerse seminer, Kars ilinde ”ORTA” raporu alanlar için düzenlenmiş…
“Kim teftiş etti seni?” dedi.
“Niyazi D…”
“Yahu desene sen bizim TARZAN NİYAZİ’ye düşmüşsün. Ulan Tarzan!.. Ulan Tarzan!..” dedi…
Tarzan’a kurban gitmişim…
Yoksa orta alacak kadar başarısız değiliz hani!
Rahatladım…
Ya adamın lakabı “Tarzan” olmasaydı…