• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Üyelik Girişi
ANI ÖYKÜLERİM

Kişisel Tarih ve Kimlik İnşası - Nasıl Türk Olunur - (n. vergin)

KİŞİSEL TARİH VE KİMLİK İNŞASI:

Nasıl Türk olunur?

 Nur Vergin

Bazı insanlar başlığı yadırgayabilir. Ona itiraz edenler de olabilir. Bir millete mensup olma fikrinin ve bağlılık duygusunun bir süreç sonucu meydana gelmediğini düşünenler, bunun her bir bireyin çocukluğundan itibaren izlediği güzergâh ve kişisel hayat hikâyesi uyarınca çoğu zaman farkına varmadan yavaş yavaş ortaya çıktığını kabul etmeyebilirler. Türk olmanın doğuştan sahip olunan bir vasıf olduğunu ileri sürebilirler. Türk olmanın ellenemez, değişemez ve somutlanması mümkün olmayan, neredeyse metafiziksel bir veri olduğu fikrini benimseyebilirler. Genetik ve ırsî bir haslet olduğunu savunabilirler. Özcü yaklaşımlardan yana olanlar, Türk olmanın bir takım ırk özelliklerinden kaynaklanan bir nitelik olduğunu da belirtebilirler. Kafalarında kurguladıkları bu özellikleri taşımayanlara kuşkuyla bakabilirler. Bazıları, çizdikleri resme benzemeyenlere “sonradan olma”, devşirme, dönme, sabetaycı, mühtedi, nesebi belirsiz ve iyice karışık anlamına gelen mağşûş sıfatlarını da yakıştırabilirler. Türk olmayı kendi zihinlerindeki dapdaracık daireye hapsedip onu bunu, konu komşuyu ve kafalarındaki tarife tıpa tıp uymayan herkesi dışlamayı tercih edebilirler. Bu insanlara anlatacak meramım yok. Bu yazı çerçevesinde millet-milliyet-milliyetçilik konusunda akademik bir tartışmaya girerek entelektüellik taslamaya da niyetim yok.

Burada amacım, benim Rumelili bir Türk babadan olma ve Giritli bir Türk anadan doğma bir insan olarak Türk oluşumu şahsen peyderpey inşâ etmiş olmamla ilgili birkaç anımla beraber tespitlerimi paylaşmak. Bunu yaparken de, soy sop özelliklerimi suret-i katiyede gözardı etmemekle beraber, Türk oluşumun ailemin Türk olmasına indirgenmemesi gerektiğine ışık tutmak. İddiam şu ki, Türk oluşum sadece doğuştan gelen bir veri değil, bizâtihi hayat hikâyemin, yani biraz da tesadüflerin yol açtığı millî kimlik inşâ sürecimde beni getirdiği nokta. İpek böceğinin kozasını örmesi misali, hayatım boyunca yavaş yavaş yaşadığım tecrübelerin, elde ettiğim bilgilerin, kazandığım aidiyet duygusunun, heyecanlarımın ve kaygılarımın benliğimi bir süre sonra karşı koyamayacağım bir şekilde zaptetmesi hadisesi. Duyguyla bilincin buluşması. Yetiştirilme tarzıyla ortaya çıkan bir takım tercihlerin galebe çalması. İradeyle reflekslerin izdivacı.

 KİMLİĞİN İNŞASINDA İLK ADIMLAR

 Hafızamı yokladığımda anlıyorum ki, Türk olma sürecim Türkler’den önce Türkiye’ye karşı duyduğum ilgiyle başladı. Altı yaşındaydım ve babaannemin yanında yaşıyordum. O zamanlar Ankara’da bazı geceler karartma vardı. Karanlıkta oturur, radyonun lambasının ışığıyla yetinirdik. Babaannemin deyimiyle “Bolşevikler’in” üzerimize salma ihtimali olan ürkütücü uçakları izlemek için başkentin semalarında süzülerek gezinen ışık hüzmelerini seyrederdim. Korku içinde ve içime işleyen bir savunmasızlık duygusuyla. Derken, bir gün, eve gelen Ulus gazetesinde bir manşet: Molotov adındaki biri Türkiye’yi tehdit etmiş, evde adı kulağıma çalınan Necmettin Sadak da (yoksa Hasan Saka mıydı? Tam hatırlayamıyorum) bu kötü adama haddini bildirmek için “Türkiye demir leblebi” diye cevap vermiş.

Bu benim için bir hadise oldu. Yaşadığım ülkenin tehdit edilmesi, Türkiye’nin demirden de olsa minnacık bir leblebiye benzetilmesi gücüme gitti, beni günlerce meşgul etti. Alt üst oldum. Gerçi evde sabah akşam büyüklerden Anafartalar’ı, Conkbayırı’nı, Balkan bozgununu, Fransızlar’ın Adana’dan kovulmalarını hiçbir şey anlamadan dinliyordum, kayıtsız ve gamsız. Ama vatan, vatan toprakları mefhumum henüz sarih değildi.

Türkiye fikrinin beynime saplanması “demir leblebi” meselesiyle başladı. İkide bir haritayı açıp bakıyordum: tepemizde kocaman, SSCB diye bir şey. Nasıl üstesinden gelecektik ki? İşte, Türk olduğuma dair ilk farkındalık netlik kazanmaya başlıyordu, Sovyet tehditinin bende tetiklediği korku ve savunma içgüdüsüyle filizleniyordu. İlginçtir, tıpkı çağdaş sosyolojinin de belirttiği gibi, beni ben etmeye sevk eden belirleyici etken bir ‘ötekinin’ somut olarak algılamaya başladığım varlığı oldu. Bir sonraki 23 Nisan’da resmî geçiti izlerken elime tutuşturulan kâğıttan Türk bayrağını daha büyük bir şevkle salladığımı ve yine evdeki kitaplara gömülüp diğer ülkelerin bayraklarıyla karşılaştırmalar yapmanın sonucunda bizimkini daha güzel bulduğumu dün gibi hatırlıyorum.

Bu nedenledir ki zahir, yazarların millî aidiyet duygusunu geliştiren süreçle ilgili anılarının anlatımına merakımı hiç yitirmedim. Örneğin, yakın zamanlarda okuduğum Fransa’nın ileri gelen bir siyaset bilimcisi, millî aidiyet olgusunun “her şeyden önce bir heyecan” hadisesi olduğunu bakınız nasıl anlatıyor: “[…] yıl 1940, felsefe okumak için üniversiteye başlayacağım. Yolda yürürken, birden yanımdan geçen bir Mercedes kışlanın önünde duruyor. İki Alman subayı iniyor. Onları ancak bir saniye gördüm ama bu allak bullak olmama yetti. İçimde aniden bir nefret patlaması. [...] İşgâl altındaki bölgede değiliz ve bunlar istilâcı değil, muhtemelen askerî bürokrasinin idarî personeli. Ama olsun, üniformalarını görmüş olmam ülkenin üçte ikisinin yenilgisini ve işgalini de gösteriyor. Bu benim kişisel bir aşağılanma duygusuna kapılmama neden oluyor ve kin besliyorum. Birden, kalbimin derinliklerinde Fransız milletine ait olduğumun farkına varıyorum”.[1]

Evet, besbelli ki insanlar millî aidiyetlerini bir takım milliyetçilik teorilerini okuyarak edinmiyorlar. O aidiyet duygusunu daha önceleri tetiklemiş olan bir hiddet ya da şevk ânı, bir olay ya da bir sorun yoksa, okunan tarih kitaplarının da millî duyguyu yeşertmeye yetmeyeceği besbelli. Nitekim, tarihi Fransa’da okumuş olmam kendimi Fransız hissetmeme yol açmadı. Açmadı, çünkü başka bir millî toplulukla bağlarım daha önceden kurulmuş bulunuyordu. Fransız tarihini öğrenmek beni Fransız yapmadı. Oysa ki, Türk tarihini bilmememe ve hattâ Türk vatandaşı ya da Fransız vatandaşı olmak nedir ne değildir konusunda en ufak bir fikrim olmamasına rağmen millî kimliğimi inşâ etme sürecimde karınca kararınca yol katetmeye başlamış bulunuyordum. Bağ kurulmuştu ve sağlamdı. Duygu artık bilgi mertebesine erişmişti: Türk olduğumu biliyordum.

Yukarda aktardığıma benzeyen nice tanıklık, millî duyguyla tanışmanın büyük bir duygu patlamasının eşliğinde meydana geldiğini gösteriyor. Çok güçlü ama belki de vazgeçilmesi mümkün olmayan, dizginlenmesi olağanüstü bir özdenetim gerektiren bir duygu. İnsanı sahip olduğu birçok maddî ve manevî imkân ve değerlerinden seve seve ferâgat etmeye razı eden, fedakârlığa sürükleyen bütün sevdalar gibi, yarattığı gerilimden olsa gerek, içinde bir miktar acıyı da barındıran bir duygu bu. İnsanı (ve bir milleti) hem ihya eden hem mahvolmasına neden olan bir duygu. Bir yönüyle hiç şüphe yok ki, yüceltici. Ama üstünlük hülyalarıyla yozlaştırıldığında, akılla giriştiği rekabette galip geldiğinde, hele ideolojik-doktriner sistemlere bürünerek ‘izm’lere hapsolduğunda yenilgiye yol açan, sahibini de, maruz kalanını da perişan eden, kahredici ve yıkıcı olabilen bir duygu. Tarih bunun sayısız örnekleriyle dolu.

Türkiye’yi sahiplenmemden kısa bir zaman sonra Türk olduğumu da daha henüz yeni keşfetmiştim ki, kader ilkokulu milliyetçiliğin bir nevi kalesi olan Fransa’da okumama yol açtı. İkinci Dünya Savaşı biteli dört yıl olmuş. Ülkeleri tarumar olan Fransız halkı yaralarını yeni sarıyor. Almanya’dan nefret ediyor. Savaşta Fransa kadar harap olmadığı için İngiltere’den nefret ediyor. Kurtarıcıları olduğu için Amerikalılar’dan da nefret ediyor. Yabancı düşmanlığı had safhada. Türkler’den de nefret ediyorlar mı? Bilmiyorum ama içimde bir endişe de yok değil. Ben orada bir yabancıyım, dikkatli olmam ve düşünerek adım atmam gerektiğini hemen kavrıyorum. Dili çabucak öğrenebilmem için yatılı bir mektebe konuluyorum. İntibak etmek, arkadaş edinmek, yoktur birbirimizden farkımız dedirtmek için olağanüstü bir gayret gösteriyorum ama dikkat çeken ve bazen de alay konusu olan ufak tefek farklılıklarım var. Örneğin, yemekhanede yere düşen ekmek parçalarını toplamak ve öpüp başıma koymak gibi tuhaf karşılanan ve hayatım boyunca vazgeçmediğim ‘aykırı’ davranışlarım var. Yüzümü diğerleri gibi lavaboda birikmiş suyla değil, musluğu açıp akar suyla yıkamak için direndiğimde diğer çocuklar beni seyrediyor ve kıkır kıkır gülüyor. Geceleyin yatakhanede istavroz çıkarıp toplu duaya katılmadığım için yadırganıyorum ve sonuçta mutsuzum.

Mutsuz olmamın bir nedeni de coğrafya kitabımızdaki ırklar haritasında Türkiye’nin sarı ırka dâhil bir alan olarak gösterilmesiydi. Arkadaşlarımın bana “sen Türksün, beyaz ırktan değilsin” demelerine canım sıkılıyordu. Sarı ırktan olma fikri her nedense hoşuma gitmiyordu. Kolumu uzatıyor, arkadaşlarımın koluyla yan yana koyup renginin onların birçoğununkinden daha beyaz olduğunu ispatlamaya çalışıyordum. Ayrıca Ankara ve İstanbul ile sınırlı küçücük Türkiye dünyamda rengi sarı olan kimseyle karşılaştığımı hatırlamıyordum. Türkler’in sarı ırktan gösterilmesine içerliyor, rencide oluyordum. Haftasonu beni okuldan almaya gelen babam, bir seferinde beni merdivenlerin basamaklarında oturmuş, hıçkıra hıçkıra ağlarken görmüş, üzülmüş. Bu durum onun bana hayatımın dersini vermesine neden oldu. “Bak, kızım, sen Türksün” dedi, “sınıf birincisi ya da en azından ilk üç arasında olmak zorundasın, yoksa seni burada kimse ciddiye almaz, arkadaşlık etmez, yalnız kalırsın”. Evet, ben Türktüm ve sırf bu nedenle birinciler arasında olmalıydım. Türk oluşumu bir nevi telâfi etmeliydim. Aksi takdirde saf dışı kalırdım, ezilirdim. O hâlde, Türk olduğum için çalışkan olmalıyım, çok çalışmalıyım, vasat bir öğrenci olma lüksüm yok. Bana değer verilmesi ve eşit olabilmek için gerekeni yapmalıyım, sınıf arkadaşlarımı geçmeliyim. Kapasitemi sonuna kadar zorlamalıyım. Çünkü ben Türk’üm, itilmemek, dışlanmamak istiyorsam, kaale alınmaya ve sevilmeye tâlipsem, öğretmenlerimin takdirini toplamalıyım, arkadaşlarımın bana imrenmelerini sağlamalıyım. Kendimi bu korkunç cendereye sokmalıyım. Cendere, zamanla gevşeyerek de olsa doktoramın bitimine kadar sürdü!

Ne var ki, yıllar geçtikçe nazlanma ve kapris yapma hakkım da doğdu. Misal, tarih derslerinde orta okul ve lise öğretmenlerimin beni kitaplardaki yaklaşımdan ötürü rencide eden ama karşı koymaya bilgimin yetmediği “Şark Meselesi”nden imtihan etmemelerini sağladım. Tarih kitaplarında değişmez bir kalıp halinde yer alan “Kostantinopol’ü Türkler’in zulüm ve zorbalığından kurtarmak” gereğine işaret eden cümlelere ve milliyetime karşı husumet dolu klişeleştirilmiş cümlelere ifrit oluyordum. Hattâ daha ileri giderek, Attila’nın da ders kitaplarında hep “Tanrı’nın kırbacı” ya da “belâsı” olarak tanımlanması kalbime hançer gibi saplanıyordu. Attila’dan ötürü derslerde anlatılan Avrupa’ya akın eden diğer “barbar” istilâlarını da es geçiyordum. Muhtemeldir ki çocukluğumda Ankara’da geçirdiğim iki yıl zarfında Attila adını duymuşluğum vardı. Bir yerlerden hayâl meyâl hatırladığım bu isim bana Türklüğü çağırıştırıyordu. Onun Avrupa’ya sökün eden diğer “barbar”lardan ayrıştırılarak “belâ” olarak vasıflandırılmasına karşı tepki duyuyor ve tuhaf bir biçimde kendimi bizzat hakarete uğramış hissediyordum. Bu ibareyi kitaplardan silmeye tabii ki gücüm yetmezdi ama tarih derslerinde başarılı olmam nedeniyle öğretmenlerimin gözde öğrencisiydim. Onların sınıfta Attila’dan bu şekilde bahsetmelerine engel olma şansım vardı ve oldum.

Bu tür didinmelerim üniversite yıllarımda da hızını artırarak devam etti. Mısır asıllı bir hoca Osmanlı’yı ve hâlihazırdaki Türkiye’yi küçük düşürücü şekilde anlattığı için resmen kazan kaldırdım. O yıllarda şimdiki gibi “nefret suçu” mefhumu dünyada henüz gelişmemişti gerçi ama kampanyam netice verdi. Bu adamın derslerine son verilmesini sağladım. Güya komünist olduğu için takibata uğrayan, hapis yatmamak için Türkiye’den ayrılmak zorunda kalan, Amerikan vatandaşı olmuş ve bize misafir profesör olarak gelen dünya çapında bir sosyal psikolog olan Muzaffer Şerif’in dersini Sorbonne’un kolay kolay pek kimseciklere açılmayan en görkemli amfisinde yapmasını sağladım. Şimdi vardığım noktada ve kendi ülkemde yaşamanın da verdiği rahatlıkla çocukluk ve toyluk addedilebilecek, birçoğumuza saçmasapan gibi gelebilecek bu türden birçok harekette bulundum. Avrupalılar’ın kolektif bilinçaltına demir atmış Haçlı Seferleri zihniyetiyle hep küçük görmek istedikleri Türkler’in de kendileriyle rekabet edebileceklerini kanıtlamaya kendimi adadım. Fransız gibi konuşuyor, Fransız gibi yürüyor, Fransız gibi düşünüyor, Fransız gibi yiyor içiyor, toplum hayatında ve entelektüel vaziyet alışlarımda da Fransızlar gibi davranıyordum. Ben ve muhataplarım arasında yoktur ayrımız gayrımız durumu hâsıl olmuştu.

Sosyolojinin akademik tartışmalarını çoktandır aşmış bir konu olan ve siyasî bir boyut kazanan entegrasyon olayının somut örneği gibiydim. Yoksul ülkelerden “ithal” edilen işçileri entegre etmek isteyen ev sahibi ülkeye entegre olmayan/olamayan/olmak istemeyenler arasında günümüzde küresel boyutta ciddi bir siyasî mesele haline gelen entegrasyon hadisesi benim özelimde gerçekleşmiş bulunuyordu. Bir birey olarak yaşadığım toplumda yadırganmamamı, “hüsn-ü kabûl” görmemi, hattâ fark edilmememi sağlayan entegrasyonum tamdı. Buna karşılık, asimilasyon denilen psikolojik yabancılaşma ve kimlik katli hadisesi de sıfırdı. Sıfırdı, çünkü ben çocukluğumda gittiğim Fransa’da Türk olma bilinciyle yaşadım. Bedenim ve beynim yaşadığım Fransa’daydı ama gönlüm uzak düştüğüm Türkiye’deydi. Fransa’yı tanıyor, gözlemliyor, biliyordum. Misafir olduğum ülkeye aşinalığım tamdı ama Türkiye’yi düşlüyordum. Sadakatim ve aidiyet duygum Fransa’ya değil, Türkiye’ye ve Türklere yönelikti. Galiba entegrasyonla asimilasyon arasındaki kritik eşik de işte, bu sadakat ve aidiyet konusunda odaklanıyordu. Entegrasyon esas olarak yeni topluma uyum üzerinde temellenirken, asimilasyon hafızasızlığa, başkalaşmaya ve kimliğin özsüzleşmesine dayanıyordu. İlginçtir, adım adım ilerlediğim Türk olma yolculuğumda, bizâtihi Fransız toplumunun kıstaslarına göre kusursuz olmak için gayret göstermenin de gerçekte bir paradoks olmadığı bilincine vardım. Çünkü benim için aslolan, hiç görmediğim, tanımadığım ve tanışmayacağım milyonlarca Türk’ün, kendilerinden biri olduğum yurttaşlarımın, benden ötürü ve benim şahsımda olumsuz bir izlenim yaratmaması için azami gayreti göstermekti. Başardım da. Ama, itiraf etmeliyim, çok da yoruldum!

 

ENTEGRASYONA KARŞI ASİMİLASYONCU VİRÜS

 

Entegrasyon ve asimilasyon bahsi açılmışken, meselenin modernitenin de etkisiyle kazandığı siyasal önemi bir yana, bu konunun insanî boyutu nedeniyle de üzerinden üstünkörü geçilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Entegrasyon kavramının pîri, malûm, Fransız ulus-devlet inşâsının sosyoloğu Durkheim. Ama burada onun analizlerinin ayrıntılarına girmeyeceğim. Entegrasyon konusunda onun vurguladığı bence en önemli etkene, farklı kimlik gruplarına mensup bireylerin etkileşim içinde olması hususuna dikkati çekmekle yetineceğim. Entegrasyonu sağlayan ana faktör insanların aralarındaki farklılıklar ne olursa olsun ilişki kurmalarına elverişli bir ortamın varlığı ve temas içinde olmaları. Birbirlerine karşı kepenk indirmemeleri. Bunu mümkün kılan bir sosyopolitik ortamın var olması. Bu temas, hiç şüphe yok ki, belirli bir ortak davranış sistemi içinde olmayı ve bu sistemin öngördüğü kurallara riayet etmeyi gerektiriyor. Malûm deyişle, “Roma’da Roma’lılar gibi davranmayı” yani. Entegrasyon, insanların yaşadıkları toplumun davranış sisteminin artık farkında dahi olmayacak hale gelmeleri ve bunu içselleştirmeleriyle sonuçlanıyor. Entegrasyon, içine kapanıp, uyumsuzluğu bir kişilik göstergesi olarak algılayıp marifet zannetmenin ve bu yolla kaçınılmaz olarak dışlanmaya yelken açmanın antitezi olarak karşımıza çıkıyor. İnsanın getto hayatı sürmesini kendisine reva görmemesine dayanıyor. Topluma uyum sağlamak başı eğik bir kişiliksizleşme değil. Kendini reddetmek de değil. Ürkek bir konformizm hiç değil. Entegrasyon, insanın bir yabancı olarak geldiği toplumda dışlanmamasının, tutunabilmesinin etkin bir toplumsal aktör olarak var olmasının yolu. Katedilmesi zaman olsa da zannedildiği kadar zor ve meşakkatli değil. Entegrasyon, en basit belirtilerine indirgeyecek olursam, örneğin, bir otobüs durağında herkes kuyruğa girip aracın gelmesini bekliyorsa, iki dirsek çalımıyla öne geçmeme davranışını benimsemekle kendini belli ediyor. Entegrasyon, meselâ “misafir işçi” olarak gidilen Almanya’da, Hollanda’da ve yahut Avustralya’da bayramda kurban edilecek hayvanı evin balkonunda kesmemek ve hattâ, bunu aklının ucundan geçirmemekle oluyor. Yabancı ülke bir yana, insanın kendi ülkesinde de başka bir yere göç ettiğinde, yeni mekânın, kentin, mahallenin ya da çevrenin hâl ve tarzına intibakıyla, uyum sağlamayı arzu etmesiyle mümkün oluyor. Yaşanılan toplumun davranış tarzına özen göstermekle gerçekleşiyor. İçinde bulunulan toplumsal konfigürasyon, yeni kültür topyekûn içselleştirilmese de, onu bir zahmet merak edip öğrenmekle, anlamaya çalışmakla meydana geliyor. Bu da, tabii, her şeyden önce yaşanılan yabancı diyardaki yerli halkın dilini öğrenmeye çalışmak ve konuşabilmekten geçiyor.

Bu açıdan bakıldığında, entegrasyonun bilinçdışı psikolojik bir süreç olmasının yanısıra, birey ve sosyal gruplar katında gözardı edilmemesi gereken bilinçli ve iradî bir boyutu da var. Küçümsenmemesi ve üzerinde durulması gereken bir boyut. Evet, biliyorum, Türkiye’de birilerinin entegrasyon fikrine karşı alerjisi var. Bunun insanın özünü inkâr etmesi anlamına geldiğini sanıyorlar ve yanılıyorlar. Bir baksınlar, örneğin Amerikan toplumuna fevkalade entegre olan Ermeniler’in, Yunanlılar’ın durumuna, onların analarının babalarının ya da dedelerinin ülkeleri lehinde oluşturdukları etkin lobilerin çalışmalarına. Entegre olmanın insanların bağlarından, tarihlerinden kopmalarına neden olmadığını belki o zaman anlarlar. Entegrasyon, edilgen ve acınası bir durum değil. Yabancısı olunan toplumun dayattığı, yönetimin cebren empoze ettiği bir hadise değil. Ülkenin ev sahibi toplumunun önünde diz çökmek, aferinini kazanmak için yaltaklanmak değil. Dışardan bir gücün baskısına boyun eğme ve teslim alınma meselesi değil. İnsanların kimliklerinden vazgeçmesi, milliyetine sırt çevirmesi hiç değil. Bazılarının zannettiği gibi çoğunluk içinde erime, yok olma olayı değil. Benlikten taviz vermek değil. İşte, ben de benim gibi yurt dışında yaşayan binlerce insan arasında buna bir örnek olabilirim. Entegre oldum da, kimliğimi beklemeye mi aldım, kimliğimden mi oldum? Türklüğümü inşâ etme sürecimde aksama mı oldu? Kişiliğime halel mi geldi? Entegrasyon, bireyin ya da belirli bir sosyokültürel azınlık grubunun şu veya bu nedenle yaşamakta olduğu toplumla bağ kurmasının gereği. “Yeni Berlin Duvarları” çekerek duvarın her iki tarafındaki gruplara yaşatılan gerilimi büyük ölçüde giderici bir olgu. Yarattığı huzur ve mutluluk nedeniyle özenilmesi ve özendirilmesi gereken bir durum. Ama netice itibarıyla, entegre olanın ya da entegre olması beklenenin tamamıyla gönüllü olarak, özgür iradesiyle ve çevresiyle kaynaşmaya niyet etmesiyle meydana gelen bir durum.

Burada tabii, anahtar rol oynayan kavramlar gönüllü olmak ve özgür irade. Bunlar, entegrasyonu asimilasyondan ayırt edici temel kriterler. Asimilasyon çok farklı, tabii, ve buna maruz kalan adına imrenilecek bir durum değil. Belirli bir siyasal egemenlik sistemi ve ideoloji uyarınca uygulayanın da iftihar etmesini gerektiren bir durum hiç değil. Utanç verici bir teşebbüs! Asimilasyon, en yalın tarifiyle bir baskı olayı ve bunun içindir ki, muhatap olanın rızası dışında başvurulan bir sindirme yöntemi. Farklı olanı farklılığından vazgeçmesi kaydıyla şartlı olarak kabul etmenin yolu. Farklı olanı massetmek, direnişi hâlinde de, tabii, mat etmek olayı. Bu itibarla da, manevî şiddet uygulaması. Bununla beraber, hiç şüphe yok ki, asimilasyon, iktidarı elinde tutanın topyekûn bir kültürü ve bu kültürü sahiplenen insanların kimliklerini yok etmek için çeşitli derecelerde ve değişik siyasî üsluplarla başvurduğu bir girişim. Sayısal ya da siyasal üstünlüğü olanın “diğerlerini” küçümsemesi. Örf ve âdetlerinin ilkelliğini vurgulaması. Farklı olanı yok sayması. Konuşurken, yazarken, çizerken duygularını rencide etmekten kaçınmaması, hattâ kimi zaman bunu direnç kırmak için kasten yapması. Ona iş vermemesi. Belirli sosyal statülere erişmesine set çekmesi. Aynı mekânı paylaşmayı reddetmesi. Kendi arzu ettiği yerde mesken tutmasına mâni olması. Anadilini yasaklaması, layıkıyla öğrenilmesini engellemesi. Dinini dinden saymaması, inançlarını aşağılaması. Adını değiştirmesini dayatması. Mensup olduğu etnisiteyi unutmasını, kendini inkâr etmesini istemesi. Teslim olmadığı takdirde ince ayar bir crescendo ile yok olup gideceğini imâ etmesi, izah etmesi, masanın altından sopayı göstermesi, tehdit etmesi ve korkutması. Bunların hiçbiri yaramadığı takdirde, daha nice çılgınca ama her zaman elinde siyasî gücü bulunduran egemen grubun çıkarları lehinde olduğu iddia edilen belirli bir plân ve proje çerçevesinde başvurulacak daha ağır yöntemleri tasavvur etmesi. Tasavvur diyorum ama bunun tasavvur olmakla kalmayıp, bazı koşullarda siyasal erk tarafından bilinçli ve sistematik olarak somut bir politikaya dönüşen, bazen soykırıma kadar varan bir cinnet faaliyetinde cisimleşmesi. Masaldaki kurdun kuzuya “suyumu bulandırma” demesi gibi, muktedirin asimile etmek istediği ya da istemediği, farklı din, kültür ya da etnik kökene sahip olana “ayağını denk tut, başına çökerim” demesi, bazen demekle de yetinmeyip harekete geçmesi. Dünya tarihi bunun örnekleriyle dolu. 20. yüzyılın son on yılı da bize gösterdi, vahşet Nazi kamplarıyla sınırlı değilmiş. İmhaya hedef olmak için bazen dinin, rengin farklı olmasına da gerek yok. Ruanda’da bir milyona yakın insan katledildi ama çoğunluğu oluşturan Hutular’la onların kurbanı Tutsiler arasında pek bir fark yoktu. Her iki topluluğun dili aynıydı, dini de ve yan yana, iç içe yaşayan insanlardı. Görünürde birbirleriyle kaynaşmadıklarına dair hiç bir belirti yok. Saraybosna’da da Sırplar’la Hırvatlar arasında durum aynı. Aralarındaki benzerlikler ve ortaklıklar birbirlerine katletmelerine engel olmadı. Ama ne oluyor? Bir takım bellli belirsiz farklılıklar ön plâna çıkarılıyor, altı çiziliyor, büyütülüyor, vurgulanıyor. İnsanlar bunların tehdit teşkil ettiğine ikna ettiriliyor ve Freud’ün deyimiyle bu “küçük farklılıklar narsisizmi”, kutsanan kimlikler uğruna katliamı ateşliyor. Ne yazık ki Darfur örneğinde de gördüğümüz gibi, dünya günümüzde de bu tür kıyımlardan tümüyle muaf değil.

Tablo karanlık ve iç karartıcı ama asimilasyonculuğa dönecek olursak, ilginçtir ki, asimilasyon sadece faşist ve kanlı rejimlerin tekelinde olan bir azınlıkları hizaya getirme çabası değil. Demokratik siyasal sistemleriyle, insan hakları gayretkeşlikleriyle ünlenen toplumlarda da boy gösterebilen bir vaziyet alış. Ardında gizli bir ırkçılığın ve üstünlük zehabına kapılmışlığın yuvalandığı asimilasyonculuk, Danimarka ve İsveç gibi demokrasi, eşitlik, hoşluk, güzellik hakkında herkese ders veren ülkeler dâhil, hiçbir toplumu tümüyle esirgemiş değil. Danimarka’nın Grönland’da yaşayan bizim toptancı bir yaklaşımla Eskimo dediğimiz İnuitleri var. Değişmişler, değiştirilmişler ama yabancının üzerlerinde denediği kültür cerrahisi tam anlamıyla tutmamış. Grönland uzmanı antropoloji hocam Jean Malaurie anlatırdı İnuitler’in medeniyetle tanışmalarının, daha önce hiç bilmedikleri zührevî hastalıklara bağışıklık sistemlerinin direnememesi nedeniyle nasıl yenik düşüp kırılmalarıyla sonuçlandığını.[2] Dünyayı ve tüm canlıları amaçlarına hizmetle görevli sayan “homo modernicus”la buluşmanın yol açtığı salgın hastalıkların İnuitler üzerindeki yıkımdan belki de, asimilasyon büyük ölçüde başarısız olmuş, Danimarkalı egemenlerin umduğu topyekûn teslimiyetle sonuçlanması beklenen başkalaştırma operasyonu gerçekleşememiş. Sifilise yenik düşen İnuitler, kültürel asimilasyona direnebilmiş. Danimarka’ya bağlı bu devasa adanın halkı da onunla birlikte AB’ye giriyor ama kısa bir süre sonra da Birlik’ten kendi isteğiyle çıkma kararı alıyor. Daha fazla bağlımlıkla ve adam edilme girişimleriyle sonuçlanacak bir birliktelik onlara cazip gelmiyor. İnuitler, yok olmalarını hızlandıracak beraberliğin eşiğinden dönüyor, atalarından kalma değerlerle yoğrulmaya devam ediyorlar. Kendileri gibi olmaya devam edebilmek için özel alanı teşkil eden aile hayatlarına odaklanıyorlar. Oldukça ezik, ihtirassız ama azimle.

 İsveç’in de, ülkenin kuzey bölgelerinde yaşayan, adam yerine konulmayan, gözümle gördüğüm ve tetkik ettiğim için söylüyorum, ikinci sınıf insan addedilen ve köken itibarıyla Asyagil bir halk olan Laponları var. Asimile olup uygarlıktan nasibini almış olanlar ve işe yarayanlar madenlerde çalışıyor, geri kalanı Arktik bölgede, hür ve serbest, ren geyiklerinin peşinde yarı göçebe bir hayat sürüyor, buzlu göllerde balık avlıyor. 18. yüzyıldan itibaren bir medeniyet projesi olarak İsveçliler tarafından Hıristiyanlaştırılmaya çalışılmışlarsa da, iki arada bir derede kalmışlar, bir kısım Şaman inançlarını muhafaza ediyorlar. İsveç vatandaşılar ama egemen olan gruba “bulaşmaları” yasal olarak değilse de fiilen yasak. Yerleri ayrı, yurtları ayrı. Herkes yerli yerinde. Asimile olamayıp, ne halleri varsa görsünler kabilinden kendi haline terk edilmiş insanlar. Adı konmamış bir ayrımcılığın uysal ve vukuatsız insanları. Onlar o diyarlara sonradan gelme de değil. İskandinav dillerinde yırtık pırtık ve partal anlamına gelen Lap ya da Lapon olarak isimlendirilmeyi reddediyorlar, yabancının onlara bakışını yansıtan pejmürde olma keyfiyetini kabul etmiyorlar. Onların bir adı var. Oldum olası bildikleri esas adları Sami olan ve Fin-Ugor ailesinden bir dil konuşan bu insanlar iki bin küsur senedir İskandinavya’nın kuzeyini mesken tutmuşlar. Mülteci ya da ekmek parası uğruna göç etmiş gruplar da değiller. Antropolojik çalışma konusunda bilgi edinmede ilk adımları attığım dönemde karşılaştığım ve şahsen çok cana yakın bulduğum bu minicik etnik azınlığın üyeleri o toprakların yerlileri, otokton halkı. Burada, sonradan sökün edenin yavuz hırsız ev sahibini bastırır durumu yok. Biz bu toprakların aslî unsuru ve sahipleriyiz deseler yalan söylemiş olmazlar.

Asimilasyon politikalarının tabii, toplumsal gerçekliğin sergilediği ve sosyolojik olarak gözlemlenen gerek kolektif gerek bireysel düzeyde neden olduğu yıkıcı sonuçlarının yanısıra insanı etik açıdan isyan ettiren bir boyutu da var. Egemen ve güçlü olanın kendinden farklı olana karşı duyduğu hiddet ve tahammülsüzlüğün yansıması. Burada sözkonusu olan asimilasyonculuğun fenomenolojisinin ardındaki psikolojik hal ve ona eşlik eden gayri etik duruş. Ne oluyor da egemen olan grup, egemen oluşundan bilistifade, azınlıkta olan farklıyı asimilasyon yoluyla hiçleştirmeye çalışıyor? Ne oluyor da sayısal ve siyasal açıdan güçlü olmasına rağmen ona bu güç yetmiyor, bir de bu güçten yararlanarak “öteki” addettiği grubu kendisine benzetmek ihtiyacını duyuyor? Evet, işte, bu: benzetmek! Yani farklı olandan kendini inkâr etmesini ve farkedilmez hale gelmesini istemek. Farklı oluşunu örtbas etmeye mecbur etmek. Farklı olanın farklı oluşundan utanmasını ve farklığını yok etmesini sağlamak. Asimilasyonculukta farklı olanın kendisi olmaktan vazgeçmesi için envai çeşit yaptırımı uygulamak, gerekirse zora başvurmak, şiddet uygulamak var. İnsanları kendi topraklarında dahi olsa âdeta sürgün hayatı yaşamaya zorlamak var. Farklı olanın metamorfoza uğramasını, başkalaşmasını, köksüzleşmesini dayatmak var. Bu yitikliğin, farklılığı silgilenmiş insanlarda yarattığı acının türkülerde, şiirlerde, yakılan ağıtlarda veya insanın bilinçdışına itilmiş iç dünyasının herhangi bir dışavurumunda yasının tutulmasına bile izin vermemek var. Böyle bir şeyi bilinçli ya da gayriihtiyarî olarak deneyeni mahkeme kapılarında süründürmek, bizar etmek ve icabında yok etmek var.

 ASİMİLASYONCULUĞUN ÇIKMAZI

 Çünkü asimilasyoncunun da içi rahat değil, asimilasyonun imkânsızlığını kendisi de biliyor, asimile ettirdiği insanların rüyalarını da denetleyecek, arzuyu da imha edecek güce sahip değil. Bu nedenle de devamlı teyakkuzda. Huzursuz ve tedirgin. Yüzünden düşen bin parça, melanet akıyor. Güç belâ sağladığı tekdüzeliğin sağlamlığından emin değil, her an bir gedik açılır korkusu içinde. Gözü asimile ettiği insanların üzerinde. Su uyur düşman uyumaz diyor, suyun altında ne var bilmiyor. Egemenliği altındaki topraklarda, el aman etmeyen, kimliklerinden pişman olmayan yurttaşlarını doğduklarına pişman etmenin yollarını arıyor. Foucault’nun sözünü ettiği türden ülke sathında canlı ve cansız panopticum’lar dikiyor. Dinliyor, dinletiyor, izliyor, izletiyor, dikizliyor, dikizletiyor, insanları işaretliyor, listeliyor, kuşkulandıklarının yazdıklarını okuyor, satır aralarını deşiyor, anlamlandırmaya çalışıyor, anlamıyor, yanlış anlıyor, hiç anlamıyor ve tıkanıp kalıyor. Öfkesi büsbütün artıyor. Vallahi, onun bu kafkaesk durumunu görenlere neredeyse “vah vaaah, ona da yazık” dedirtecek oluyor.

Erkek egemen ataerkil alışkanlığımız uyarınca hep atalardan söz eder dururuz gerçi, ama bana kalırsa, asimilasyonculuğun temelinde insanın asıl annesini reddetmesini öngörmek var. Onun sütünü, ninnilerini, kucağını, sıcaklığını, kulağına fısıldadıklarını, sesini, sözünü unutmayı, bunları hiç olmamış farz etmeyi talep etmek var. İnsan yavrusunun hayata gelir gelmez ilk ve temel bağlanma duygusunun oluştuğu ve ona yaşamı boyunca refakat edecek ve onu şekillendirecek olan bu ilki yok farzetmesini, başlangıcına sırtını çevirmesini, onu hayata bağlayan duygulanımı katletmesini dayatmak var. Asimilasyoncu siyasette, maruz kalan topluluğun kişiliksizleşmesini ve kendinden nefret etmesini istemek var. Son kertede insanın hem bireysel hem kolektif benliğinden vazgeçmesine razı edilmesine yol açmak var. Asimilasyona hedef olanın kendini inkâr etmesiyle birlikte haysiyetsizleşmesine neden olmak var. Bunun içindir ki işte, asimilasyon insanın doğrudan benliğine karşı uygulanan, onuruna dokunan bir şiddettir. Bunun içindir ki, asimilasyon uygulamaları bir insanlık suçudur ve şükürler olsun ki, günümüzde Birleşmiş Milletler de, AİHM de bunu böyle kabul etmektedir. Böyle kabul edilmektedir, çünkü asimilasyonculuğun ardında, asimile edilmek istenenlerin sözde iyiliği, uygarlığa terfii, ekonomik hayata katılımı gibi cazip söylemlerin ardında esas olarak var olan maskelenmiş bir nefret bulunur. Ama benim de haddim olmayarak, asimilasyonculara ve onların potansiyel işbirlikçilerine nefret edecekleri bir haberim var. Öngörüm şu ki, en başarılı asimilasyon politikalarının bile zaferi kalıcı olmayacaktır. Belirli bir toplumun egemenlerinin tayin ettiği yönde tekdüzeleştirilmişlik başarıya ulaşmış gibi olsa dahi bu politikalar eninde sonunda duvara toslayacaktır.

Çünkü sözünü ettiğim İskandinav ülkelerinde olduğu gibi baskıya en hafif şekliyle ve en düşük düzeyde başvurulduğu koşullarda bile asimilasyon sonuç itibariyle bir şiddet eylemidir. Üsttenci bir politik duruşun hayata geçirilişidir. Pierre Bourdieu’nün nitelemesiyle ifade edecek olursak, maruz kalanları toplumun merkezinden dışlayan ‘sembolik şiddet’in ta kendisidir. Bu itibarla da bir bumerang etkisiyle sonuçlanmaya mahkûmdur. Asimilasyonculuğun er veya geç, şartlar elverdiğinde ya da sosyopolitik iklim müsait olduğunda geri tepmeye yol açmasına engel olunamayacaktır. Çünkü ailesinden tevarüs eden veya bunu da aşarak kişinin bizzat inşâ edip sahiplendiği kimlik, insanoğlu için öylesine temel bir özellik, sımsıkı tutunmak ihtiyacını duyduğu öylesine güçlü ve içkin bir haslettir ki, bundan sorunsuz, dertsiz ve kendi halinde bir yaşam uğruna ilanihaye vazgeçilmesi mümkün gözükmemektir. Çünkü biliyoruz, kendilerini büyüten annenin ya da babanın öz ebeveyni olmadığını ansızın öğrenen insanlar, hayatta olmasına sebep olan biyolojik anne ya da babalarını bulmak ve esas olarak kim olduklarını bilmek için dünyayı birbirine katmakta, bunun için tüm enerjilerini sarfederek hayatlarının geri kalan kısımını bu arayışa adamaktadır. Ve insanın kendini teşhis etmek için çıktığı bu maziye yolculuk, öğrenilmiş bir davranış değildir, onun bunun tavsiyesi ve telkiniyle göze alınan bir macera değildir. İnsiyakî bir tepki ve ontolojik diyebileceğimiz bir ihtiyacın sonucudur.

Aynı yoğun arayış kolektif kimliğin tespiti için de geçerlidir. Belirli bir yaşa kadar kendisini Macar ya da Polonyalı bilen birine aslında Alman olduğu açıklandığında, kulağına fısıldandığında ya da sadece imâ edildiğinde, alınan cevap “boş ver canım, fark etmez” olmamaktadır. O kişi kolları sıvayıp haberin doğru olup olmadığını anlamak için iz sürmeye, bunun için tüm imkânlarını seferber etmeye başlamakta ve gerçeğinin bulunması için gecesini gündüzüne katmaktadır. Çünkü kök arayışı galiba insanın doğasında var, gemleyemediği bir içgüdü. Jung’un tarif ettiği bir arketip, kuşaktan kuşağa aktarılan bir var olma ve tepki verme tarzı. İnsanların ola ki, deyim yerindeyse Kalu Belâ’dan bildikleri, tanımlanması zor bir temel duygu, köklerle buluşma ve hasret giderme arzusu. Bunun içindir ki, belki de, her yıl binlerce insan Amerika kıtasının Güney’inden, Kuzey’inden uçaklara binip ecdatlarının anavatanı olan İspanya’nın, Portekiz’in, Fransa’nın, İngiltere’nin köy kiliselerinde soluğu alıyor, kim olduklarını teşhis etmek için papazların tuttuğu yüzyıllık nüfus kayıtlarını irdeliyor. Bunun içindir ki belki de, bu insanlar Louisiana’da, Quebec’te, Brezilya’da ya da Uruguay’da çocuklarına, o küf tutmuş lime lime defterlerdeki kayıtlarda rastladıkları, eski kıtada unutulmuş, tedavülden kalkmış veya modası çoktandır geçmiş asırlık isimlerini takmak istiyorlar.

Oysa bu insanlar pasaportunu taşıdıkları ülkelerin birkaç kuşaktır sadık yurttaşlarının çocukları, Amerika’lara göç etmiş insanların torunlarının torunları. Dedelerinin yurt edindiği ülkelerde mesut mutlu yaşıyorlar. Memleketlerinde iş güç ve unvan sahibi, adam yerine konulan ve sözü geçen kişiler. Varlıklı olduklarına da hiç şüphe yok. Demek ki, bu kimlik meselesi bizde bazılarının zannettiği gibi, çoğunluk grupla bütünleşmenin de ötesinde asimile olmaları istenen etnik ve kültürel gruplara devletin sağlayacağı maddî imkânlarla halledilecek bir mesele değil. Değil, çünkü kimlik sorununun ekonomik refah sağlamakla çözüldüğü dünyanın hiçbir yerinde varit değil. Hattâ bunun böyle olacağını düşünmek siyasî miyopluğun resmi. Kimliğinin tanınmasını isteyen insanlara hakaret. Eflatun’un gözde kavramlarından thymos’un, yani insanların özgüllüğünün tanınma isteğinin hiçe sayılması. Biraz daha fabrika, biraz daha otoyol, biraz daha havuzlu ev, biraz daha ekonomik refah, birkaç alışveriş merkezi ve insanların kimliklerini askıya alıp asimile olmayı içlerine sindireceklerini farz etmek. Örneğin, Katalanlar’ın, Basklar’ın Kastilya hegemonyası altında İspanyol olmayı reddetmiş olmalarının nedenini kavrayamamak. Oysa, onlar İspanya’nın en zengin halkları, kıt kanaat geçinip merkezden gelecek ianeyi beklemiyorlar, ülkenin diğer bölgelerine onlar kaynak sağlıyorlar.

Demek ki, belirli bir ülkede farklı bir kimliğin siyasal bir hesaplaşmaya dönüşmesi sadece ekonomiyle açıklanacak türden bir sorun değil. Sorun, bireylerin ve halkların kimliklerinin tanınmasını istemelerinde, tanınmasından psikolojik ve manevi bir haz duymalarında, kimliklerini alenen ifade etmek istemelerinde ve bu nedenlerle asimilasyonu reddetmelerinde. Sorun, asimilasyoncu zihniyetin bunun bir temel insan hakkı olduğunu kabul etmemesinde. Asimilasyonculuğun, ekonomik kalkınma sorununu halleder tarzındaki bakış açısıyla, Fransa’nın meselâ, Alsace bölgesinin durumunu da, tabii, izah edememesinde. Öyle ya, nasıl oluyor da anadili Almanca’nın bir lehçesi olan Alsace’lı ahali, Fransa’dan daha zengin Almanya’ya bağlanmayı tercih etmemiş? Niçin bu insanlar her gün Ren nehrini geçip ekmek paralarını Almanya’da kazanmalarına rağmen Fransız vatandaşı olarak yaşamayı ve geceleri Fransız topraklarındaki evlerinde uyumayı yeğ tutmuşlar? Fransız vatandaşı kalarak daha fazla refah içinde yüzdüklerinden değil, maddî çıkar ve kazanım ihtirasıyla da değil. Alsace kimliklerinin baskın Alman milliyetçiliği tarafından zapturapt altına alınmaması ve yitip gitmemesi için. Almanlar tarafından asimile edilmeye, eriyip gitmeye katlanmak istemedikleri için. Ait oldukları kimlik onların gözünde maddi koşullardan daha önemli bir değer olduğu için. Keseleri değil, kalpleri öyle istediği için.

 Bunun içindir ki, ben de diyorum ki, kimlik arayışı, tutkusu, sadakati nesiller boyunca bu denli güçlü oldukça asimilasyonculuk konjonktür elverdiği ölçüde toplumları kasıp kavurabilecektir, evet, ama galip gelmeyecektir. Toplumsal tekdüzelik sağlanamayacak, çeşitlilik sürecektir. Çünkü en son nörobilim araştırmaları da teyit ediyor, kundaktan, hattâ bazıları ana rahminden beri yaşadığımız, unuttuğumuz ve unuttuğumuzu zannetiğimiz, nöronlarımızın derinliklerine gömdüğümüz deneyimlerimizin izi silinmemekte, beynimizde saklı kalmaktadır.[3] Bunun içindir ki, günün birinde bir ses, bir tını, bir lezzet, bir koku, herhangi bir esinti, asimile olup da kendini unutmuş olanda çağrışım yapabilecek, kalbinde bir şeylerin kıpırdamasına neden olabilecek, onda tarif edemediği bir nevi déjà vu hissini uyandırabilecek ve bu, onun öncesini, yitik kimliğini hatırlamasına yol açacaktır. Birden ruhunda yakılan kıvılcım onu arayışa sevk edecektir. Bunun içindir ki, insanlar geçmişlerini, bireysel tarihlerini kazımak ihtiyacını duyacak, kültürel arkeolojilerine sahip çıkmanın çaresine bakacak ve asıllarına rücû etmenin yolunu arayacaklardır. Dünyada tanık olduğumuz son elli yılın gelişmeleri de zaten bize bunu gösteriyor.

Nikaragua’da Chavez nedir, Bolivya’da Morales nedir? Onlar, başına geçtikleri ülkelerinde gizli bir hayalet gibi gezinen ama canlılığını dipdiri koruyan kimliklerin zafer ifadesi değil midir? Asimilasyoncular, dünyanın her bir bölgesinde kol gezen o pek bilmiş asimilasyon teorisyenleri, edebiyatçı duyarlılıklarıyla yerlilerin zaferini ta yarım asır önce romanlarında haber veren Gabriel Garcia Marquez’i, Miguel Angel Asturias’ı hiç mi okumamışlardır? Yüzyıllık Yalnızlık’ı, Mısır Adamları’nı bilmezler mi? Eduardo Galeano’nun Latin Amerika’nın Kesik Damarları’ndan da haberleri yok mudur ki, kimlikleri toplum mühendisliğiyle, olmadı, kalkınma vaadiyle, o da olmadı, baskıyla alt edebileceklerini, silip süpürebileceklerini düşlemektedirler? Haydi, edebiyata dudak büküp ciddiye almamışlarsa, nereden bakılırsa bakılsın, özü itibariyle bir kimlik mücadelesinin önderi olan Gandhi’yi de mi hiç duymamışlardır? Anladık, kalpleri mühürlü, gözleri de mi görmez, peki duyduklarını da mı işitmezler? Oysa, bireysel ya da kolektif hafızanın derinliklerine itelenerek bastırılmış olan kimlikler suyun üstüne çıkıyor ve öyle anlaşılıyor ki, çıkmaya da devam edecektir. Ve bu pek hayra alâmet değildir zira yeniden uyanan kimlikte, asimilasyonu uygulayan gruba, kuruma, baştaki yönetime, devlete ya da topluca hepsine karşı kin ve öfkenin galebe çalma ihtimali yüksektir. Zira gerçek şu ki, bastırılmış kimliğin canlanması ve kaale alınma hakkının savunulması dünyanın birçok yöresinde genellikle süt liman bir ortamda gelişmiyor. Bu durum, ne yazık ki, sadece fanatik asimilasyoncuları ve onları destekleyen dar görüşlü siyaset erbabını değil, asimilasyonda dahli olmayanları da, karşı çıkanları da ve hattâ bizatihi asimilasyon mağdurlarını da perişan edecektir. Hadise eninde sonunda kazananı olmayan sıfır toplamlı bir oyun olacak ve tarihçiler hangi dilde yazıyor olurlarsa olsunlar, “yazık oldu Süleyman efendiye” babından bir şeyler karalayacaktır.

 TÜRK OLMAK VE ÖTEKİLEŞTİRİLMEK

 Bu uzun parantezden sonra kimliğimi inşâ sürecimle ilgili olarak paylaşmak istediğim başka deneyimlerim de var. Türk olmamın güzergâhında, karşılaştığım ‘düşman’ Sovyet Rusya’dan ve ‘dost ve müttefik’ Fransa’dan sonra hiç şüphe yok ki, Yunanistan’ın apayrı bir yeri var Türklüğümün oluşum sürecinde. Babamın Atina’ya tayini varlık vergisi rezaletinden sonra Cumhuriyet tarihimizin en korkunç hadisesi olan 6-7 Eylül olaylarını izleyen günlere rastladıydı. Yedisinden yetmişine kadar Yunan halkının tamamının Türkiye’den ve Türkler’den nefret ettiği bir ortamda ben de ailemin peşinde oradayım. Atina’daki yabancılar bile Türkler’e karşı mesafeli duruyor, bazıları ise yerlilere yaranmak saikiyle olsa gerek, hasmane tavırlarını gizleme gereğini dahi duymuyor. Eş dost edinmek mümkün değil. Arkadaş canlısı bir ergen için yıpratıcı bir durum. Biriyle biraz havadan sudan konuşacak ya da edebiyattan, müzikten, hoşa gitsin diye Yunan tragedyasından dem vuracak oluyorum, Türk olduğumu öğrenince derhal uzaklaşıyor. Tecrit edilmiş gibiyim. Âdeta bir vebalı ya da lanetliyim ve afaroz ediliyorum. Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkiler biraz düzelinceye kadar yazın tek başıma güneşleniyor, geri kalan vaktimi kitap okumakla geçiriyorum.

Ama bu durumun gururumu okşayan bir tarafı da yok değil. Atina’da Türk olmanın önemli biri olmakla eşdeğer olduğunu farkediyorum. Atina halkı bindiğim arabanın plakasını bile tanıyor. Trafikte durduğumuzda, kaldırımdaki insanlar eğilip arabanın içine bakıyor: Gözlerinde bir tutam merak, bir tutam korku, bol miktar antipati var. Ama saygı da var ve bunu teşhis edebiliyorum. Nereye gitsem insanlar bana bakıyor, tepeden tırnağa süzüyor ama kimse boynuma sarılmıyor. Çekingen bir sessizlik var ve bu durum zamanla hoşuma gitmeye başlıyor çünkü biliyorum ki, burada sözkonusu olan benim şahsım değil, temsil ettiğim kimlik. Türkiye burada önemli bir ülke ve ben bir Türk olarak bu önemli ülkenin insanıyım. Bir ergen kız çocuğu olarak dahi gördüğüm muamele bana hep bunu hatırlatıyor. O kadar ki, bazen kendimi orada yaşayan yabancı bir büyükelçinin değil de âdeta genel valinin kızı gibi hissettiğim de oluyor. Hele karayoluyla konvoy halinde Gümülcine’ye gittiğimizde bu duygu katmerlenerek artıyor. En öndeki arabada Türk bayrağının sallandığını görenler yol boyunca duruyor, bakıyor. Ben el sallıyorum, onlar da sallıyor, yüzlerindeki tedirginlik yok oluyor.

Burada, Fransa’da ya da Batı Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde olduğu gibi çaba sarfetmeme gerek yok. Reddedilmek suretiyle de olsa peşinen kabul görüyorum, sırf Türk olduğum için. Reddedilmenin de negatif bir biçimde de olsa belirli bir önkabulün dışa vurumu olduğunu anlamaya başlıyorum ve bundan hoşnudum. Sıcaklık yok, samimiyet yok, ama izzet ikram yerinde ve ihtimam var. Kimisi ailesinin İzmir’den atıldığını, İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldığını anlatıyor. Ben de annemin ailesinin eziyet gördüğü o güzelim Hanya’yı terk etmek zorunda kaldığını söylüyorum. Türkiye hep gündemdeki ülke ve gözardı edilmesi mümkün değil. Herhangi bir arıza nedeniyle elektrikler kesilmeye görsün, çocuklar “Anne! Türkler geliyor!” diye büyüklerin eteklerine yapışıyor. Türkler hemen oracıkta, denizin hemen öbür tarafında, çok yakında ve nasıl endişe edilmesin ki, çok da kalabalıklar! Gazetelerin baş sayfalarında o yılın örneğin, tahıl üretimine varıncaya kadar hep her türlü irili ufaklı Türkiye haberleri var. Eve gelen Türk gazetelerine bakıyorum, Kıbrıs nedeniyle bir iki haber dışında Yunanistan’dan eser yok. Türkiye’yi ve Türkleri ‘öteki’ olarak tanımlayan Yunanistan, Türk olma bilincimin tavana vurmasına neden oluyor. Ama bu, bende psikolojik bir kilitlenmeye de yol açmış olmalı ki, Yunanistan’dan Yunancayı adam gibi öğrenmeden ayrılıyorum ve aslında yazık ediyorum. Oysa artık, Zürih ve Londra antlaşmalarının imzalanma aşamasına gelindiğinde orada da beni giderayak “Nurakimu” (Nurcuğum) diyerek uğurlayan arkadaşlar edinmeye başlamışım. Ötekileştirmeye ara verilmiş, karşılıklı milli gard almanın yerini aramızdaki benzerlikler almış, Türk ve Yunanlı olmadan önce insan olmamız ön plana çıkarılmış.

Yurt dışında yaşadığım yıllarda milli duygularımı tahriş eden olaylar da oldu. Hiç hazzetmediğim ve ülkem adına duyduğum gururu zedeleyen, Türkiye’nin imajına zarar veren olaylar. Bunların başında, tabii, 27 Mayıs darbesinin Batı kamuoyunda yarattığı olumsuz izlenim geliyor. Darbe beni Roma’da birkaç arkadaşımla bir pastanenin terasında sohbet ederken yakaladı. Önümüzden geçen bir gazeteci çocuk avaz avaz bağırıyordu: “Türkiye’de darbe! Türkiye’de ihtilâl”. Hemen bir gazete alıp resimlere baktım. Gazetenin baş sayfasında çok kalın kaşlı ve çok esmer bir üniformalı adam. Ürkütücü, asık suratlı ve sanki kaba saba gibi. Meğerse sonradan çok babacan olduğu yazılan çizilen ve benim şahsen hep itici bulmaya devam ettiğim merhum Cemal Gürsel imiş. Sayfanın ortalarında bir açıklama: “Düşük” iktidar tarafından öldürülen öğrenciler Et ve Balık Kurumu buzhanelerindeymiş, bazıları Konya asfaltının altına gömülmüş, Dışişleri Bakanı komisyon karşılığında ülkeyi satmış ve sonradan darbeyi meşrulaştırmak için uydurulduğunu öğrendiğimiz daha bir dizi utanç verici ayrıntı. Bunları yabancı arkadaşlarımla birlikte okuyoruz, çığlık çığlığa. Ben, alı alına moru moruna, beynimden vurulmuş gibiyim. O vakitler darbelerin meşruluğu ya da gayri meşruluğu konusunda pek fikrim yok. Darbe rejimi altında hiç yaşamışlığım da yok. O dönemde edebiyatla meşgulum, sanat tarihine meraklıyım, siyaset bilimi bilgim hiç yok. Dolayısıyla beni sarsan, olayın siyasal boyutu değil, Türkiye’nin yabancı bir gazetede bu şekilde yer alması. Yerin dibine giriyorum. Ülkem sanki caniler, yamyamlar ülkesi. Daha henüz İdi Amin ortalıkta yok ama geleceğin İdi Amin’lerine öncülük eden insanların diyarı gibi.

Bu bilgiler Türkiye’ye hakaret niteliğinde ve ben kendimi bizzat hakarete uğramış hissediyorum. Yurt dışında yaşayan bir Türk olarak bunu canımda, ruhumda giderek artan boyutta hissediyor ve kahroluyorum. Konuyu açanlara durumu örtbas etmek için çırpınıyorum, Yassıada rezaletini mazur gösterici etkenler arıyorum, bütün Türkler’in bu kadar acımasız ve zalim olmadıklarını anlatmaya çalışıyorum. Ve, evet, Türkiye’nin yurt dışındaki imajını beş paralık eden darbenin ayıbını her nedense sırtımda taşıyorum. Her nedense değil tabii ki, çünkü Türkiye’de olan bitenden kendimi âdeta bizzat sorumlu hissediyorum. Bu nedenledir ki, daha henüz yirmisine varmakta olan bir genç kız olarak yaşanılan utancın taşıyıcısı da benim, muhatabı da benim. Anladım, özdeşleşme bu safhada artık tamdır: Türkiye ben, ben Türkiye’yim. Her türlü siyasal ve cahili olduğum ideolojik mülâhazalar bir yana ve onlardan tümüyle bağımsız olarak, ülkemin itibarını yerlerde süründüren bu darbeyi bana indirilmiş bir darbe gibi yaşıyorum. Bu da yetmiyor, bir de bir süre sonra gazetelerin baş sayfalarında idam vahşetinin resimleri ruhumu prangalayan, başımı dik tutmama engel olan görüntüler olarak yer alıyor. Tevili mümkün olmayan bu hunharlığı bizim basın gerekçelendirmeye çabalayadursun, gerçek şu ki, bunlar Türkiye’nin hitap etmek ve dâhil olmak istediği uluslararası toplum nezdinde tezkiyesi bozuk bir ülke konumuna düşmesinin resmi. Benim için affedilmez bir durum. Tahammülü zor bir yaralanmışlık hissi. Ama yine de bana bir kez daha Fernand Braudel’in ülkesine yaptığı ilânı aşkı hatırlamama vesile olan bir durum: “ben, ülkemi müşkülpesent ve karmaşık bir tutkuyla seviyorum... Meziyetleri ile kusurları arasında, onda tercih ettiklerimle kabul etmede zorlandıklarım arasında da hiçbir fark gözetmeksizin”[4]. Evet, tam da bu büyük tarihçinin dediği gibi. Hiçbir fark gözetmeksizin. İnfial yaratan kusurları, yanlışları, hataları ve toplumsal dokudaki defoları da sineye çekerek!

Yabancı ülkelerde yaşamaktan ötürüdür zahir, Türk olma sürecimde savunma dürtüsünün bende çok hâkim bir unsur olduğu muhakkak. Babaannemin deyimiyle bir ‘izzet-i nefis’ ve ‘nefs-i müdafaa’ meselesi. Kişiliğimin oluşum dönemi boyunca Türkler’e ya da genel olarak Türkiye’ye yapılan eleştirilere ve bazen saldırı boyutuna varan haksız değerlendirmelere cevap yetiştirmekle görevli gibiyim. Devamlı tetikteyim. Muhatap olduğum olumsuz yorumların çoğu zaman üstesinden geliyorsam da, tıkanıp kaldığım da olmuyor değil. O zaman kimliğimin gelmişi geçmişine dil uzatanlar karşısında bilgi yetersizliğimden ötürü kendimi suçluyor, saçımı başımı yolacak gibi oluyorum. İşte böyle bir durumu bana yaşatan bir geceyi aradan yarım asır geçmiş olmasına rağmen hatırlamadan edemiyorum. Benden yaşca epey büyük insanlarla bir akşam yemeğindeyim. Sohbet müthiş bir seviyede seyrediyor. Sanattan, edebiyattan dem vuruluyor. Derken, sofrada oturan bir hanımefendi benim Türk olduğumu keşfediyor. Öfkeden tıkanacak gibi oluyor. “Demek, siz Avrupa medeniyetinin en büyüklerinden biri olan Cervantes’in elini kesen medeniyet düşmanı bir millettensiniz” diye horozlanıyor ve ekliyor: “Utanmıyor musunuz?”. Hayır, utanmıyorum. Ama sarsılıyorum. Yaşım küçük ve toyum. Tarih hiç bilmiyorum. Cervantes’in savaş gemilerinde Osmanlı donanmasına karşı sefere çıktığından hiç haberim yok. İnebahtı Deniz Muharebesi’nde sol elini kaybettiğine dair bir bilgiden o zamana kadar okuduğum edebiyat kitaplarında eser yok. Bunun Türkler’e mâledildiğinin bana söylenmesi ve benim ait olduğum insanların bu kibar görünümlü budala kadın tarafından böylesine aşağılanması karşısında nutkum tutuluyor. Savunmak istiyorum. Savaş savaştır, İspanyollar da bir sürü Osmanlı’nın elini kolunu kesmiştir, fırsat ellerine geçtiğinde onları katletmiştir diyorum. Ama somut olgulara dayanan bir karşılık veremiyor ve geveliyorum. Sağlam argümanlarla karşı koyacak kadar donanımlı değilim. âcizim ve hüzünlüyüm. Çünkü o âna kadar kendimi uyum içinde hissettiğim sofradaki insanlara yabancı düştüğümü anlıyorum. İçimde öfke de var. Bunca hoşluk, bunca cicilik bicilik ve zarafet içinde, medeniyet bu muymuş diyorum. Gecem zehir oluyor çünkü ben bir ‘öteki’yim ve benim şahsımda ait olduğum millete karşı nefret suçu işleniyor. Kimliğimin bir kez daha şekillenmesine tanık oluyorum. Türk oluşum bir kez daha perçinleniyor. Bir kez daha kendi nezdimde tasdik edilmiş oluyor.

 KİMLİĞİN SORGULANMASI VE KİMLİKLE BARIŞIK OLMAK

 Bu tasdik konusunun üzerinde durmakta yarar var. Çocukluğumdan beri yaşadağım yabancı ülkelerde Türk olan ben, haşır neşir olduğum herkes tarafından öyle bilinen, öyle tanınan, öyle sevilen ya da sevilmeyen ben, bir de bakıyorum ki, orta yaşıma ramak kala vatanım olan Türkiye’ye döndüğümde Türk olup olmamam konusunda birileri tarafından, kaderin cilvesi olsa gerek, sorgulanıyorum. Şüpheyle karşılanıyorum. Bunca yıl dışarda yaşadıktan sonra niçin Türkiye’ye döndüğümü sorgu sual edenler var ve ironiye bakın ki, dedesi millî mücadele komutanı olan biri olarak Türkiye’de neyin beni çektiğini açıklamaya zorlanıyorum. Vatanseverlik duygularımın hesabını vermek zorunda bırakılıyorum. Tartışma konusu olan Türk vatandaşlığım değil, tabii ki. Tartışma, kökenim, soyum sopum, “aslım” hakkında. Acaba gerçekten de Türk müyüm yoksa Türk mü geçiniyorum? Birilerinin kafasında kalıplaştırdığı Türk modeline uymadığım kesin. Bazılarının pek önemsediği “vasat” ve ortalama Türk modeline sığmadığım da besbelli. Hadiselere verdiğim tepki farklı. Tarzımda yadırganan bir yığın hâl ve tavır var ve itaat kültüründe yetişmemiş olmamın etkisiyle söylenenlere riayet etmeden önce soruyorum, sorguluyorum, birçok şeye karşı çıkıyorum. Özellikle biz kadınlardan beklenen hanım hanımcık, sessiz sedasız, araziye uymaya özen gösteren bir portre çizmiyorum. Lafımı esirgemiyor, kafa tutuyorum. Bükemediğim eli öpmek yerine o eli ilk önce zararsız hale getirmeye çalışıyorum. Oysa, meselâ, bilimsel değerleri itibarıyla değilse de, sırf işgal ettikleri derece ve kademe itibariyle bürokratik hiyerarşide benden yukarıda olanlara akademik konularda da boyun eğmem bekleniyor. Yere bakıp, siz bilirsiniz demem isteniyor, demiyorum. Ben burada hep idare etmeye eli mahkûm bir sığıntı değilim ki, hep alttan alayım, aman sorun çıkmasın diyeyim, uysal koyun rolünü kabulleneyim, söylenenlerin yanlış olduğunu bile bile doğruymuş gibi yapayım. Ama tabii, madem istatistiksel açıdan “modal” bir hâl sergilemiyorum, en sık bulunan tür kümesine dâhil değilim, bazılarının gözünde “gerçek” Türk olmam da şüphe götürür.

Bununla beraber, şüphe eden soy sop zaptiyelerinin kafasını karıştıran hususlar da yok değil. Örneğin, ülkenin çıkarları söz konusu olduğunda hemen kolları sıvıyorum. Türkiye’yle seviniyor, Türkiye’yle ağlıyorum. Türkiye sosyolojisine bir çoğundan daha vâkıfım. Ömrümün 29 yılını yurt dışında geçirmiş olmama rağmen Türkçemde pek fazla sorun yok. En azından, aksanım bozuk değil, kelimeleri olması gerektiği gibi telaffuz ediyor, standart İstanbul şivesiyle konuşuyorum. Doçentlik tezimi de alelacele öğrendiğim Türk Dil Kurumu’nun öngördüğü gibi o ruhumda hiçbir rezonans yaratmayan bol sal’lı bol sel’li “Öztürkçe” yazıyor, bol bol üç beş kelimelik devrik cümle kullanıyor ve bu dil konusunda pek titizlenen jürimin beğenisini kazanıyorum. Bir bakıma, sorun yok yani. Ama kuşkucular yine de tedirgin ve alesta duruyor. Acaba fizikî yapım Türk’e benziyor mu? Simamda Türklüğü andıran bir özellik var mı? Türksem, ne kadar Türküm? Baba tarafım “suyun öbür tarafından” olduğuna göre bir karışıklık olamaz mı? Anne tarafım ise, hiç bahsetmeye gerek yok, lafı edilmemeli. Onlar zaten “koca Giritli”, “Kirtikoz”, bir adım daha, ve “Rumyoz”. Türklüğü tespit ve teşhis etme komitesi üyesi tekelciler açısından olacak şey değil yani! Böyle bir anne ve babayla saf kan olmam şüphe götürür. Sakın melez falan olmayayım? Bu ve benzeri soruları soranlar sosyolojik araştırmalarım nedeniyle aralarında yaşamış olduğum köylüler değil, yaylalarda halleştiğim Yörükler değil. Alışveriş yaparken uzun uzun sohbet ettiğim ve dile getirdikleri beklentileriyle, hırslarıyla, sıkıntılarıyla ve murat ettikleriyle bana ülkenin bağrı “derin Türkiye” hakkında önemli pencereler açan esnaf değil. Komşularım değil, beni ve ailemi tanıyanlar tabii ki değil. Türkiye’nin önde gelen bilim adamları ve her yaştan entelektüelleri değil. İlginçtir, “devlet ricali” tâbir edilen, yani siyaset sınıfının Max Weber’in kavramının tarif ettiği “statü grubu”na mensup insanlar da değil.

Sözünü ettiğim kuşkucu kumkumalar bir kısım okumuşlar, enti püften ırkçılar, hiçbir siyasî projesi olmadan sırf ikbal uğruna politikacı olmak isteyenler, “ekâbir” olmak için yanıp tutuşanlar, kalem erbabı olma zehabına kapılarak düşünce hayatımızın bit pazarında durmadan görüş beyan edenler, siyaset sahnesinde temayüz etmiş insanlar arasında Türk olmadıklarını düşündüklerinin çetelesini tutanlar, toplumda karşılığı zerre miktarında olan dapdaracık bir çevrede nutuklar atarak guruluk taslayanlar. Özcülük denilen hayli tartışmalı düşünce akımının ne olduğunu dahi bilmeyen ve fakat bilinçdışı bir özcü hırsla, Türk olmayı tekellerinde zannedenler, onun bunun Türk oluşunu reddedenler veya kerhen onaylayanlar. Böyle yaparak Türkiye’yi küçülttüklerinin, ülkeye zarar verdiklerinin farkında olmayan gafiller. Mütemadiyen “ötekiler” üreterek ülke insanını her daim potansiyel düşman belleyenler, vehim içinde kıvrananlar. Türkiye’nin darmadağın olmasına bile yol açabilecek çatışmalardan medet umanlar. Türkiye’yi sindirme ve ele geçirme plânları yapanlar. Bu kabil zevatla ve şecere düşkünü tekelcilerle benim işim olmaz. Bunların bir kısmı “aslen” Türk oluşumu tasdik etse de, gerçek şu ki, ben tasdik edilmeyi beklemiyorum. Bana bu payeyi bahşetme hakkını kimseye tanımıyorum.

Hasbihâlimin başında da belirttiğim gibi, soy ağacım bu kök meraklılarına ister uygun olsun ister olmasın, hayat tecrübem ve sosyoloji formasyonum gereği, şu veya bu yurttaşın Türk olarak doğmuş olmasına değil, onun kimliğini inşâ sürecine ve aidiyetini üstlenme bilincine önem veren teorik yaklaşımın izleyicisiyim. Türk veya herhangi başka bir millî kimliğin anadan doğma bir veri olarak önkabulünün ve/ya da maddî somut koşulların dayattığı bir karşı konulamaz durum yerine, bireylerin kişisel aidiyet duygusuna ve etkileşim içinde oldukları insanlara karşı sübjektif kanaatlerine ve algılarına öncelik tanıyan sosyal konstrüktivist (toplumsal inşâcılık) teorinin önermelerine itibar etmeyi yeğliyorum. 20. yüzyılın sonlarından itibaren uluslararası ilişkiler alanında rağbet gören ve sosyolojiyle psikolojinin benimsediği bu yaklaşımın ortaya çıkardığı gibi, kimliğin ardındaki temel etkenin farklı, yabancı ya da düpedüz “öteki” olanlar karşısında inşâ edilen bir durum, bir vaziyet alış olduğunu düşünüyorum[5]. Bu inşânın insanların algı dünyalarını ve aidiyet kimliklerini belirleyen bir süreçte meydana geldiğini biliyorum. Kişinin hayat boyunca yaşadığı tecrübelerin, elde ettiği bilgilerin, edindiği izlenimlerin, tercihlerinin ve, tabii ki, aile ortamında ya da daha geniş çevrede muhatap olduğu telkinlerin ya da karşıtlıkların bir toplam sonucu olduğunu savunuyorum.

Bununla beraber, esansiyalizmin ya da özcülüğün müphem, ampirik kanıtlanırlığa elvermeyen ve belki de bu nedenle de câzip gelen tezlerine katılmayı anlayışla karşılamıyor değilim. Özcü önermelerin albenisine kapılmanın insanı rahatlatıcı olabileceğini de kabul etmediğimi söyleyemem. Ancak siyaset ve toplum hayatındaki olumsuz izdüşümlerinden ötürü bilimsel ve felsefî bir duruş olarak benim şahsen benimsemediğim bu özcülüğün halklar üzerinde tabii ki, pratikte makro düzeyde önemli yan etkileri de var. Bunlardan biri, Touraj Atabaki’nin de açıkladığı gibi, toplumları tarihselliklerinden söküp koparmak. Ortak geçmişin bilinçli ya da bilinçsiz olarak yanlış aksettirilmesi veya çarpıtılmasıyla kolektif hafızanın iğdişleştirilmesine ve toplumsal tahayyülün de körelmesine yol açmak. Toplumların değişim ivmesini kesmek, onları âdeta bir nevi derin dondurucu içinde hapsetmek veya bir retorikten ibaret olan, tarihî temelleri olduğu varsayılan hayâllerin peşinde koşmaya sürüklemek.[6] Sözünü ettiğim bu özcülüğün, Türkiye’de de çoğu zaman farkında dahi olmadığımız olumsuz etkileri var. Bunlardan biri bizi stereotiplerle düşünmeye sevk etmek suretiyle zihnimizi daraltmak, hayâl gücümüzü gemlemek, hattâ bazen gerçeklikle bağlarımızı koparmamıza dahi yol açmak. Konuya Türk olmak/olmamak/yeterince olmamak açısından bakacak olursak, özcülüğün bir diğer yan etkisi, meselâ, gündelik dilimize yansıyan “Türk insanı”, “Türk kadını” ya da “Türk erkeği” türünden genel, genelleştirici ve toptancı tanımlamalarımızda olduğu gibi, bizleri sanki tek ve değişmez bir tipolojiye mahkûm etmek, toplum gerçekliğinde ve hayatın içinde karşılığının var olup olmadığını sorgulamaksızın, varsayımsal bir prototip arayışına mecbur etmek. Bizleri, elimizde kurgu ürünü bir resme bakarak “öz” ve katıksız Türk arayışına zorlamak, bulamayınca ya da yeterli sayıda bulamayınca da, güvensizlik duygusuna kapılmamıza neden olmak. İçe kapanmamıza yol açmak suretiyle boyutlanmamızı engellemek.

Ama tabii, sosyal psikolojimize damgasını vuran ve aramızdaki bireysel farklılıklarımıza cevaz vermeyen bu düşünce tarzının, “hakiki” ya da “en hakiki” Türk arayışında kilitlenen bu sözünü ettiğim özcü tutumların, üzerinde durulması gereken bir yan etkisi daha var ki, altını çizmeden geçemeyeceğim. İnsanların birbirleriyle ilişkilerinde gerginlik yaratan, bireysel tavırlarını, iyi niyetlerini ya da barışcıl ve bütünleştirici duygularını bir kalemde yok etme potansiyelini taşıyan bir yan etkidir bu. Özcü retoriğin özellikle “imparatorluk bakiyesi” olmasıyla övündüğümüz (ya da hayıflandığımız mı?) bir çokkültürlü toplum olan Türkiye’nin temellerine kibrit suyu dökmekten başka bir işe yaramayacağı kesin olan bir yan etkisi de olabilir. Kaynaşmaya ket vuran, ayrıştırıcı bir etkisi olabilir. Birliği bozabilir, oluşmasını engelleyebilir. Birey-toplum-devlet ilişkisini inceleyen bir siyaset felsefecisinin deyimiyle, insanların bir toplum meydana getirebilmesi için elzem olan “gönüllü sivil beraberlik” iradesini kırabilir[7]. Konjonktürün müsait olması durumunda ve “zamanın ruhu” olarak ifade edilen bazı sosyopolitik iklim koşullarında farklı grupları tepki/karşıtepki girdabına sürükleyip ayrılıkçı eğilimlerin kök salmasına da zemin oluşturabilir. Mikromilliyetçiliklerin boy göstermesine neden olabilir. Ve bütün bunlar, bence, Türkiye’nin ben Türk’üm diyenlerinin özcülük taslamak yerine endişe duymaları gereken esas konulardır, yurttaşı oldukları ülkenin reel politikayla ilgili temel sorunudur. Gerisi lâf-ı güzaftır.

 

KİMLİK VE VATANSEVERLİK

 

Bu nedenledir ki, vatanseverliğin de şu veya bu düşünce akımının ya da siyasî partinin tekelinde olmadığını biliyorum. Şu veya bu ideolojiye indirgenmesinin de mümkün olmadığını savunuyorum. Kuşkusuz, tanımı gereği, bir duygu olan vatanseverliğin bireylerin mizacına, meşrebine, yetiştirilme tarzına, bilinç düzeyine göre farklı yoğunlukta ve düzeyde olduğunun da farkındayım. Tezahürünün de kişiden kişiye farklı güzergâhlarda farklı merhalelerden geçerek ve farklı yönelişlerde seyrettiğini de gözardı ediyor değilim. Vatanı için ölmeyi göze alandan tutun, vatanı için çabalayan, gecesini gündüzüne katan, onun refahı için katkıda bulunan, uluslararası arenada prestijini sağlamak için gereğini yapana kadar çalışan çeşit çeşit nice yurttaş var. Hiçbir katkısı olmayan ama vatanının iyi durumda olduğunu görünce sevinen var. Elinden bir şey gelmediği için üzülen var. Yelpaze çok geniş. Ama tabii, vatanını çok sevdiğini söyleyip vergi kaçıran ya da Türkiye’de kazandığı parasını yurt dışında tutan da var. Ülkelerini kemiren gelir dağılımı adaletsizliğinden utanmayanlar var. Vatan sevgisi platonik olup, zerre kadar katkıda bulunma zahmetine katlanmayanlar var. Vatan sevgisini âdeta kutsal addettikleri örf ve âdetlerine sadakatten, okulda öğretilenleri iyi ezberlemiş olmalarından ibaret sananlar var. İmanı kuvvetli olup da Türkiye’ye inanmayanlar var. Ülkelerinin attığı her yeni adım ve atılımından ürken, engellemek için her daim “aman, ha...” diyenler var. Türkiye’yi kocaman bir “aman, ha...”cılık diyarına çevirmek suretiyle yerinde saymaya davet edenler var. Bir de, kendilerinden başka kimsenin vatansever olmadığını düşünen tekelciler var. Kendilerininkinden farklı bir Türkiye projesi olan herkesi düşman ilân edip, ülkeyi kendi kurgularının ekimi olan bir hayâlî hainler tarlasına çevirenler var. Afakî bir vatanseverlik adına ülkeye çomak sokan, insanları birbirine kırdırmak isteyen klikler ve çeteler var. Vatanlarını bölük bölük, şu veya bu ideolojiye saplanmışlık adına kurban etmeyi göze alanlar var. Daha da beteri, ortaya çıkacak kargaşadan ola ki, bir takım şahsî çıkarlar uğruna medet umanlar da var.

Ben, Türk olma sürecimde vardığım bu aşamada ve hayatımın sonbaharında ayrıntılarına burada girmediğim bu gözlem ve tespitleri daha önce bu netlikle yapamamış olmaktan esef duyuyorum. Türkiye’deki siyaset gerçekliğinin perde arkasını, dehlizlerini daha iyi okuyamamış olmanın sıkıntısını çekiyorum. Türkiye’de demokratik sürecin rekabetçi bir siyasal sistem uyarınca değil, komplo ve karşıt komplo hamleleriyle seyrettiğini yeterince kavrayamamış olduğum için kendime kızıyorum. Daha önce tanık olduğumu düşündüğüm olumsuzluklar karşısında da seyirci kalmış olmaktan pişmanlık duyuyor, içimde vicdan azabını andıran bir sızı hissediyorum. Ardından, hatalara seyirci olmamış olsaydım, elimden ne gelirdi ki, ne değişirdi ki deyip, bunun bir züğürt tesellisi olduğunu bile bile kendimi iyi hissetmeye çalışıyorum. Diyeceğim şu ki, en iyi Türk, Türk olma adına bağıran çağıran değildir, iri iri sloganlar haykıranlar değildir, canı sıkıldıkça ona buna saldıran, kafası bozulunca hasım bellediğinin canına kasteden değildir. Kendi korkularından kurtulmak adına kurtarıcılık taslayan hiç değildir. Bu sözüm ona yiğitlik söyleminin bir mistifikasyondan ibaret olduğu besbellidir. En iyi Türk, anası babası kim olursa olsun, adı Türkiye olan bu, bence, harikulâde güzel vatanına kıyamayandır. Bu ülkenin insanlarına kendi amaçları uğruna zarar vermeyendir. İmkânları dâhilinde en çok reel, somut ve nesnel katkıda bulunandır. Belki de en çok bu konuda “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” sözünün boş bir mecaz olmadığını düşünüyor ve bu nedenle de geriye dönüp baktığımda muhasebemi yapma gereğini duyuyorum. Bunu yaparken içimde bir burkulma da yok değil. Acaba benim somut olarak katkı niteliğini taşıyan herhangi bir faydam oldu mu? Öğretim üyeliği mesleğimin hakkını verdim mi, amfileri dolduran gençlere ilerde yararlanabilecekleri şeyler öğretebildim mi? Onlara bilgilenmeyi ve bilimi sevmenin ötesinde, objektif ve vicdanlı (ki, bu ikisi birbirine bağlıdır) olmayı da öğretebildim mi? “Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” vatanlarının üzerine titremeleri gerektiği bilincini aşılayabildim mi? Ayrıca, bu aşıyı yapmak bir öğretim üyesi olarak benim işim mi, görev tanımımın gereği mi? Zihnimde uçuşan bu soruların cevabını veremiyorum. Bunlara cevap verme makamı ben değilim, mesleğimin gereğini yapıp yapmadığım konusunda bir numaralı hakem olan öğrencilerimdir. Onlar bilir ve bu konuda nihai not onların vereceği nottur.

Şimdi, biliyorum, bazıları “bu kadın, ne demek istiyor?”, “bize masal anlattı ama aslında o da Türk değil” kuruntusuna kapılabilecektir. Gerçi kimseyi Türk olup olmadığım konusunda ikna etmeye çalışmak gibi bir mecburiyetim yok ama yine de müsterih olsunlar derim. Anlattığım masal değildi. Kimliğimi inşâ etme sürecimle ilgili hayatımdan bazı kesitlerin hikâye edilmesinden ibaret samimi, teori ve kavram analizlerinden bilinçli olarak uzak durmaya çalıştığım iddiasız bir anlatım türü. Meseleyi mümkün mertebe entelektüelleştirmeden, bilimsel teorilerin arkasına sığınmadan. Hasbi ve harbi. Adına nostalji de diyebileceğimiz, beni ben yapan geçmiş zamanın hasreti ve arayışı da var. Bu arayış yaygın bir arayış, kimlik inşâsında önemli bir rol oynadığına dair pek çok örnek ve kanıt da var[8]. Meseleyi ifade etme tarzım da kimlik incelemelerinde sıkça başvurulan bir açıklama türü. Aslında, pek de orijinal değil. Bana özgü ve icat ettiğim bir anlatım yöntemi de değil. Zira sosyologlar bilirler, bireysel biyografi analizlerine başvurmak toplumsal yapı çalışmalarında kullanılagelen bir araştırma tekniğidir. Bireylerin yaşam öykülerinden hareketle, toplumdaki normlar ve siyaset anlayışı hakkında bilgiye ulaşılır. Özelden hareketle bir toplumun belirli bir tarihsel kesitinin resmi çekilir, geneline ulaşılır. Bu nedenle, tekrar ediyorum: bir Türk çocuğu olarak dünyaya geldim ve Türk’üm. Ama dediğim gibi, bunu fazla önemsemiyorum çünkü etnik kimliğin sivil bir millî kimliğin oluşmasında tek başına belirleyici bir faktör olmadığını düşünüyorum.

Etnik kimliğim benim bir birey olarak şahsî payım olmayan bir veri, değiştirilemez, başka bir etnik kimlikle becayiş edilemez. Millî kimliğin, hiç şüphe yok ki, önde gelen ögelerinden biri ama diğer ögelerle bütünleşmediği, bütünleşemediği, bütünleştirilmediği takdirde de yetersiz ve akim kalmaya mahkûm. Önemli olan, hadisenin dinamik ve bilinç boyutunu teşkil eden kimlik. Önemli olan, bir Türk vatandaşı olarak millî kimliğimi, Türklüğümü hayat denilen serüven boyunca bilerek ve isteyerek kendim inşâ etmiş olmam. El yordamıyla ve karşılaştığım durumlarda peyderpey pozisyon alarak. Bu nedenledir ki, ait olduğum kimliğe bağlılığım ve vatanıma karşı beslediğim sevgi nedeniyle eğer değeceğini bilirsem, benimsediğim birçok fikirden de, toplumsal alışkanlıklarımı belirlemiş olan dâhil olduğum çıkar sisteminden de ferâgatte bulunabilirim. Toplumsal gerçeklik tarafından yanlışlandığını anladığım ezberlerimi gözden geçiririm, onları kutsamak yerine geçmişe ait doğrularım sayabilirim. Bu iç hesaplaşmanın bir bireyin zihin dünyasında ve duygu âleminde büyük fırtınalara, hattâ bazen aşılması zor travmalara neden olabileceğini de kuşkusuz tasavvur edemiyor değilim. Ama niçin olmasın? Birey olarak biriktirdiğimiz bilgiler, edindiğimiz alışkanlıklar, değerlerimiz, tabularımız, ihtiraslarımız ve her an karşımıza dikilen ego’muz bu toplumun huzurundan, dirlik ve düzen içinde olmasından daha mı önceliklidir? Benim köhnemiş zihin konforumun sarsılmaması genç Türkiye’nin atılım yapması için gerekli olan yolun açılmasından daha mı önemli?

 Bu uğurda ferâgatın ben bir zaaf değil, erdem olduğunu düşünüyorum. Bunun etik bir duruşun gereği olduğunu savunuyorum. Bunun insanın yenilgi psikozuna kapılıp pes etmesi, vazgeçmesi, kendisini inkâr etmesi anlamına gelmediğini ve gelmeyeceğini biliyorum. Ferâgat, yenilgi alâmeti değildir. Ferâgat, TDK sözlüğünün verdiği karşılık gibi sığ ve alelâde bir öylesine, keyfe keder bir “vazgeçme” eylemi de değildir. Bu bir sinemaya gitmekten, yeni bir araba almaktan, yürüyüşe çıkmaktan, fıstıklı helva yemekten vazgeçmek değildir. Basit ve sıradan bir vazgeçmekle ferâgat arasındaki farka duyarlı olmak için anadilimize karşı azıcık hassasiyet sahibi de olmak, nüanslar karşısında duygu körlüğünü aşmak, neyin ne olduğunu kavrayacak kadar da bir nebze zekâmız olması gerekmektedir. Ferâgat, başkalarının iyiliği için ya da bir ideal uğruna insanın değer verdiği bir şeyden vazgeçmeyi göze alması demektir. Benmerkezcilikten arınmayı gerektirir. İnsanın kendi derunî arzularını, özlemlerini bastırabilmesini, bencilliğini aşabilmesini gerektirir. Arzusunu değil, doğru olanı seçmesi demektir ve bu bir mücadeledir. Nitekim rivayete göre, çocukluk arkadaşı Mustafa Kemal’in Selânik hasretini bilen dedem Nuri Conker bir sohbet esnasında, kurulduğu gibi lağvolan Batı Trakya Cumhuriyeti’ni kastederek muziplik edip “Selanik’teki evin boş duruyor. Bir sözünle orada oturabilirsin. Sana kim engel olabilir?” diye sorduğunda, cevap “böyle bir hareket bütün Avrupa’yı aleyhimize birleşmeye sevk eder. Büyük bir mücadele iyi bir biçimde sona erdi. Tehlikeli bir maceraya atılamam” olmuştur. Şimdi bundan ne anlayacağız? Burada sözkonusu olan, “boş ver şimdi Selânik’teki evi, nasıl olsa Ankara’da da evim var” anlamına gelen bir vazgeçme midir, yoksa insanın gerçekçilik adına bağrına taş basmak suretiyle duygularına yenik düşmemesini sağlayan bir ferâgat olayı mıdır? Basit bir vazgeçme midir, asil bir duruş olan ferâgat midir?

Ne yazık ki, Türk olmaklığı kendi tekellerinde görenler arasında irredantist fikirlerinin esiri olmalarından ve sanırım, biraz da semantik nedir bilmemelerinden ötürü ferâgat etmenin vazgeçmenin de ötesinde, bir çeşit ihanet olduğunu dahi ileri sürenler var. İroniye bakınız ki, bunlar arasında olağanüstü hizmet verenleri “üstün cesaret ve üstün ferâgat madalyası” ile onurlandıran silahlı kuvvetlerin bazı eski mensupları da var, kendi kurumlarının üstün bir değer olarak yücelttiği ferâgatın ne anlama geldiğinden habersiz, ülkenin esenliği için bazı şeylerden ferâgat etmeyi teklif edenlere hakaret edenler dahi var. Bunları orada burada çıkan yazılarında okuyoruz, medyada izliyoruz. Hayretle ve üzülerek. Oysa hiç şüphe yok ki, nüanslara ve Türkçenin inceliklerine vakıf olanlar ferâgat kelimesinin içerdiği duygu yoğunluğunu bilirler. Ben de bu bilginin verdiği rahatlıkladır ki belki de, kendimi dingin hissediyorum. Gözümü neredeyse açtığım andan itibaren yurt dışında geçirdiğim bunca yıl boyunca, hayatımın her safhasında kimliğimi korumayı bilmişim, Türk oluşumu ilmik ilmik örmüşüm. Yaşadığım Batı toplumlarına entegre olmuşum ama Batı’nın devşirmesi olmamayı başarmışım. Ülkeme dönüşüm, dışarda barınamamamın bir sonucu değil, iyi veya kötü sahip olduğum birikimimi Türkiye’ye sunmak isteyişimdendir. Mesleğimi başka bir yerde değil, Türkiye’de icra etmenin hayatıma anlam kazandıracağını hissetmiş olmamdandır, bunun bana heyecan vermesindendir. Aklımın fikrimin önleyemediğim bir şekilde Türkiye’de olmasındandır. Gönlümde olan ülkenin annemin ve babamın vatanı Türkiye olmasındandır. Dönüşüm, onlarca Türk ve yabancı dostumun tanık olduğu kavuşmanın çırpınış öyküsüdür. O halde, diyeceğim şudur ki, bir takım tekelci muhafızların cahilane değerlendirmelerine, amiyane tâbirle, hiç aldırış etmem. Ne zaman ve hangi durumda ferâgat etmem gerektiğine kendim karar veririm, ülke sevgimi ve aidiyetimi sorgulama hakkını kimseye tanımam, düşüncemin sınırlanmasına izin vermem, doğru bildiğim yolda devam ederim.

 

KENDİ KİMLİĞİYLE BARIŞIK, FARKLI OLANLA BAĞDAŞIK OLMAK

 

Doğru bildiğim yolda yürümekten çok da mutluyum çünkü benim Türk oluşum, olmayanlardan nefret etmeme, onlara kin beslememe ya da onlardan kuşkulanmama ve korkmama dayanak teşkil etmiyor. Benden olmayanlara yaban muamelesi yapmamla sonuçlanmıyor. Onları hor görmeme ya da zihin haritamdan silmeme yol açmıyor. Benim gibi olmayanları, benim tasavvurumdan farklı bir Türkiye düşleyenleri de illâ ki ötekileştirmeme neden olmuyor. Türkiye’ye bilfiil kastetmeyen ve mensup olduğum Türk milletine karşı hasseten düşman olmayan herkese soyu sopu, etnisitesi ya da ırkı ne olursa olsun ilgiyle, merakla, sempatiyle yaklaşmama set çekmiyor. Farklı ya da yabancı olanı anlamaya çalışmama engel olmuyor. Benim Türk oluşum, farklı olanı öğrenmeye çalıştıkça onda, Stendahl’in tarif ettiği “billûrlaşma” hadisesine benzer bir şekilde bir takım meziyetler, hoşluklar, ortaklıklar keşfetmeme mâni olmuyor. Farklı olanın dünyasını eşelemeye çalıştıkça, duygularını keşfe çıktıkça gök kuşağının altında insanın gerçekte bir olduğu idrakına varıyorum. Öğrencilik yıllarımda okuduğum Claude Lévi-Strauss’un Irk ve Tarih adlı kitabında insan türünün bir ve tek olduğunu nasıl da mükemmelik mertebesinde izah ettiğini zihnimde canlandırıyorum. Çeşitliliğimizin ise, bu tek ve bir oluşumuza hiçbir bilimsel karşıt açıklama imkânını vermediğini anlattığı satırları hatırlıyorum. Hayatın beni Patagonya’dan Kanada’ya, Mozambik’ten Norveç’e, Portekiz’den Çin’e savurduğu seyâhatlerimde bunu gördüm. İnsanların rengi farklı, dili farklı, kültürleri farklı ama hepsi sevinince gülüyor, üzülünce ağlıyor, okşanınca sokuluyor, sevince sarılıp öpüyor, kızınca bağırıyor, korkunca kaçıyor, imreniyor, kıskanıyor, dedikodu yapıyor, ikram ediyor, yardım ediyor, yardım edene teşekkür ediyor, kin besliyor, minnet duyuyor, nefreti de biliyor, sevdayı da. Ölüm olayı karşısında ise hepsinin ilk andaki tepkisi susmak oluyor.

O halde, rengi farklı, dili farklı, kültürü farklı insanlarda hiçbir şey aslında bize yabancı değil. Yabancı değil ama farklı. Temelde bir olanın varyasyonları. Farklı olana duyarsızlığın insanın gerçekte kendini ıssızlığa mahkûm etmesi olduğunu artık biliyorum. Benliğimin çoraklaşmasına geçit vermek istemiyorum. Varsın rengârenk güller boy boy açsın, dikenlerine razıyım. Bu nedenle söyleyeceğim şu ki, Zonguldak madenlerinde canından olanlara ne kadar kahroluyorsam, onları kurtarmada sergilenen âcizlik karşısında ben de ne kadar yerin dibine girmiş gibi oluyorsam, Şili’deki madencilerin kurtarılışlarını televizyondan seyrederken de o kadar mutlu oluyor ve sevinç gözyaşları dökebiliyorum. Bir kuşak boyu Türk vatandaşının hayatının neredeyse olağan bir parçası haline gelen şehit cenazeleri karşısında ne kadar yüreğim parçalanıyorsa, çoğunun yoksul ailelerin çocukları olmasından ne kadar utanç duyuyorsam, Lice’nin bir otlağında bedeni paramparça edilen Ceylan adındaki kız çocuğunun akıbetine de, Hakkari’deki mayın patlamasında bacakları paralanan minik Zeynep’in başına gelen felâkete de o derecede isyan ediyorum. Bunlar, bizim mâruz kaldığımız bildik manzaralar. Bunlar, bizim kanıksanması mümkün olmayan gerçeklerimiz. Bunlar, kocaman bir kuşak boyunca üstümüze zift gibi yapıştırılan bir uğursuzluğun açtığı yaralar. Bunlar, ruhumuzun elem kuyusu, yas tutmanın önleyemediği kara girdap. Hannah Arendt’in ünlendirdiği deyimle, bu bir nevi “kötülüğün sıradanlaşması” hadisesi, soy sop ayırımı yapmaksızın herkesi can evinden vuruyor. Türkiye’yi mânen örseliyor.

Mânen örseliyor ama diğer yandan, milyonlarca insan da yerinde duramıyor, arılar gibi çalışıyor, başta bizi sonra da yabancıları şaşırtan bir varkalım mücadelesi veriyor, kendini aşıyor, şartlarını zorluyor, harikalar yaratıyor, eserler veriyor, didiniyor, uğraşıyor, iş kuruyor, katma değer üretiyor. Yılmıyor. Başını eğmiyor, Türkiye’nin de başını eğmemesini sağlıyor. İşte, soy sop nakaratlarıyla nafile parazit yapmayan, gerekli gereksiz bağırıp çağıranlara ise hiç itibar etmeyen böyle diri ve şevki kırılmayan bir Türkiye de var. Genç, hırslı ve dinamik. Ben bu Türkiye’nin atılımcı insanlarının şükran duyulası insanlar olduklarını düşünüyorum. Onların soy kütüğüne bakma gereğini duymadan. Babalarının adını da, beş kuşak önce kimlerden olduklarını da hiç merak etmeden. Bu işi başka meşgalesi olmayan tekelcilere bırakıyorum.

Benimsediğim bu duruşun ardında, gündelik siyaset hesaplarıyla ona buna şirin gözükmek adına “politik doğruculuk” çabaları yok. Üzerinde uzun boylu düşünülmüş olan ideolojik ya da şu veya bu teoriden mülhem kavramlarla bezenmiş felsefî bir vaziyet alış da yok. Çok daha mütevazı bir düzeyde, bir birey olarak yaşadığım olayların ve bunların bende yarattığı insanî kaygıların etkisi var. Farklı olanla da bağdaşık olmak arzusu var. Bu bağdaşıklığın sadece siyasetin vazettiği bir “sivil” yani medenî örgütlenme biçiminin ve hayatın zorunluluğu değil, bir ahlâkîlik meselesi olduğu bilinci var. Sözünü ettiğim bu duruşun belirlenmesinde belki kişisel karakter yapımın etkisi var ama bunun ötesinde, belki de esas olarak sosyolog oluşumun, yeryüzünde yaşayan tüm halkların sesine duyarlı olmamı sağlayan yoğun bir antropoloji öğrenimi görmüş olmamın da, kuşkusuz, etkisi var. Ama gerçek şu ki, ben farklılıkların, adına ister yaratılış ister doğa, ister Tanrı ister Allah diyelim, bizi aşan bir gücün armağanı olduğunu düşünüyorum. Ayet-i kerimede “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için şube şube milletlere, sülâlelere ayırdık” (49/13) denilmiyor mu? Evet, tanımak için ve sahip çıkmak için!

Aklıma her nedense tam da bu ayet takılmıştı ki, tüm dünya ajanslarında ve internette dolaşan bir habere rastladım: birkaç saat önce Hint Okyanusu’nun güneydoğusundaki Andaman adalarının birinde Boa Sr adında bir kadın 85 yaşında hayata gözlerini yummuş. Bayan Boa Sr kabilesinin hayatta olan son üyesiymiş ve onun göçmesiyle birlikte Bo dili de kayıplara karışmışmış. Dilbilimcileri üzüntüye boğan bu sonlanış beni de duygulandırdı. Anadili çok geniş bir coğrafyada milyonlarca insan tarafından konuşulan ve yapısalcı dilbiliminin önderi Ferdinand de Saussure’un değerlendirmeleri doğrultusunda, Türkçe gibi, deyim yerindeyse “tam teşekküllü” diyebileceğim bir dile sahip biri olarak, bu haberle ilgili yorumları okuyunca, itiraf etmeliyim ki, benim de içim cız etti. Çünkü dünyanın öbür ucunda da olsa, küçücük ve soyu tükenmiş bir insan topluluğuna ait olması nedeniyle küresel egemenlerin plan ve projelerinde esâmesi de okunmasa, sonuç itibarıyla dil dildir. Hayvanların birbirileriyle iletişim kurma biçimlerinden farklı olarak, eklemlilik ve gelişme yeteneğine sahip bir sistem olması nedeniyle insanoğluna özgü esas ayırt edici özelliktir. Âdeta mucizevi diyebileceğimiz, heyecan ve hayranlık uyandıran bir yeti! Oysa biz burada şu veya bu anadil öğrenilsin mi, öğrenilmesin mi tartışmasını yapıyoruz. Tarihimizi silmek, kültürel soy ağacımızı budamak pahasına da olsa birilerinin kısmen vâkıf olamadıkları, kısmen adı konmamış muğlâk bir dilcilik ideolojisi öyle emrettiği için “Osmanlıca” adını verdikleri dil hazinesinden Türkçe’yi ve Türkiye’nin yeni kuşaklarını mahrum etmenin yollarını arıyoruz. Redd-i miras ediyor ve aslî servetimizden oluyoruz. Bizden istenen, yüzyıllar boyunca oya gibi işlenmiş, harikulâde müzikalitesiyle dinleyen yabancıları mest eden bir dile gelici geçici bir hanedanın adını vermemiz. Neymiş? Efendim, hanedanın adı kurduğu devletin de adıymış. Olabilir. O halde, Selçuklu devletinin Anadolu tebaasının konuştuğu dile Selçukluca mı diyoruz? Ama babaannemin dediği gibi “latife latif gerek” ve şaka bir tarafa, dilin adı devletin adından alınmaz. Dil devlete değil, onu konuşan insanlara aittir. Dili üreten devlet değil, onu konuşan millet, kavim, aşiret, velhasıl insan topluluğudur. Dilin adı onu konuşanların adıdır. Cervantes’in diline dönemin hanedanının adına dayanarak Habsburgca diyen var mı? Var mı Shakespeare’in diline Tudorca, Moliere’inkine Burbonca diyen? Anna Karenina’nın Romanovca yazıldığını söyleyen? Efendim, bizim eski dilde çok fazla yabancı kökenli sözcük varmış, halkımız anlamıyormuş. Sözünü ettiğim yazarları da yeterli eğitim görmemiş İspanyollar, İngilizler, Fransızlar ve Ruslar bir çırpıda anlamıyor ama kim, Allah aşkına, dil eskidi, gelişti, değişti, bazı kelimeler kullanılmaz oldu, bazı cümle yapılarında farklılaşma meydana geldi diye tasfiyecilik cinnetine yelken açtı, açıyor? Dil ırkçılığı, arı dil garabeti bize özgü. Ve bizden istenen o ki, meselâ, “dilimiz Türkçe, biz Türkçe konuşuyoruz” diyen annelerimize, ninelerimize veya sözünü ettiğim bu özcülük histerisini dert edinmeyen Türkiye’nin onca insanına “hayır, siz bilmezsiniz, sizin konuştuğunuz Türkçe değil, Osmanlıca” diyelim. Yani istiyoruz ki, her şeyde olduğu gibi, konuşulan dilin adını o dili bizzat konuşanlar değil, biz koyalım. Neyi nasıl diyeceklerine biz karar verelim, söze müdahale edelim. Ne adına? Bindikleri dalı kesmekten dahi yüksünmeyen bir takım “öz” dil meraklısı tekelcileri tatmin etmek adına. Ellerinde çarpık çurpuk bir ölçüm âleti, “bu Türk, o değil”, “bu Türkçe bir sözcük, öbürü değil” ayrımcılığını meslek edinmiş dışlamacılara kulak asmak adına. Koskoca bir Türkiye’yi kendi entelektüel obalarının ufkuyla sınırlı dapdaracık bir söz dağarcığına hapsetmek isteyen tekelci dil ideologlarının dayatmalarına boyun eğmek adına. Yazımı okuyanlar anlamışlardır, benim bunlarla da hiç işim olmaz.

Benim işim Türkiye’yledir ve Türkiye’nin sahillerinde, meralarında, dağlarında, bayırlarında, bozkırlarında ve ormanlarında, kentlerinde ve kasabalarında, Doğu’sunda ve Batı’sında yaşayan sahici insanlarıyla. Türkiye’nin dertlerini dert edinen, başarılarıyla kıvanç duyanlarla. Benim işim, ideolojik takıntılarının tutsaklarıyla değil, boyu posu, şekli şemali, menşei, mesleği ve statüsü fark etmeksizin, kendimi özdeşleştirdiğim Türkiye’nin her cinsten yapıcı ve özgün insanlarıyla. Ülkenin gidişatından umutsuzluğa kapıldığımda yüzlerini hiç görmediğim o insanları tahayyül ediyor, onlarla kalben bir oluyor ve kendimi toparlıyorum. Bunun yanısıra, tabii, Türkiye’nin maruz kaldığı ve hepimizin keyfini kaçıran, canımızı acıtan ya da infiale neden olan olaylar karşısında etnik kökenlerini merak etmediğim ve açıkçası hiç de umursamadığım ama benimle aynı kaygıları paylaşanlarla da bir araya geliyor, onlardan aldığım ilhamla ülkenin geleceğine dair bezgin ve karanlık senaryolar karşısında bunalmaktan kurtuluyorum. Ülkeyi ve bu ülkenin insanlarını eksisiyle artısıyla, sevabıyla günahıyla sevenlerle bir oluyorum. Ortak paydayı buluyor, yaşadığım toplumla bütünleşiyorum.

Bu bir çeşit romantizm midir? Evet, bir çeşit romantizmdir. Ancak burada sözünü ettiğim romantizm siyaset ve kültür sosyologlarının çok iyi bildikleri moderniteye set çekmeyi öngören bir Weltanschauung, bir düşünce sistemi ya da siyasî çıkış değildir. Romantizm, bazı romanların popülerleştirdiği melankolik âşıkların yaşadıkları ruh haliyle de sınırlı değildir. Edilgen, gözü yaşlı ve içini çeken bir hal ve siyasî tarz hele hiç değildir. Burada bahis konusu olan romantizm bir nevi rüya görme yetisi, rüyanın hayatı yaşamaya değer kılması ve gerçekleşmesi için harekete geçme arzusudur. Belki de bir mizaç ve bu mizacın gereği olan bir hal ve tavırdır. Yine de, hemen belirteyim, bu romantizm sıradan bir hayâlperestlik de değildir zira en gerçekçi ve ussal politikaların harcında romantizm de vardır. Büyük siyasî gayelere ulaşmakta ivme kazandıran ateşleyicinin ardında insanı boyutlandıran, düşüncesini hayata geçirmek için eyleme sevk eden güçlü bir duygu vardır. Duygularla beslenen tahayyüller ve inanç vardır. Tutku vardır. Tarih yapanları, devrimcileri, direnişçileri tetikleyen budur. Meseleye bu açıdan baktığımızda görürüz, Kurtuluş Savaşı’mızdaki azmi yaratan da bu muzaffer olma arzusunun gemlenemezliği var. Mesela, Nâzım’ın bize Kurtuluş Savaşı Destanı’ında anlattığı “Birinci Ordu İkinci Nakliye Taburundan İstanbullu şoför” Ahmet’i yüreklendiren budur. Kamyonetinin patlak lastiğini şişirmek için üryan kalmayı göze alma pahasına “ceket, külot, pantalon, don gömlek ve kalpak/ ve kırmızı kuşak/ Ahmedi postallarının üstünde çırılçıplak/ bırakarak/ dış lastiğin içine” sokmasını sağlayan işte budur. “İstanbullu şoför Ahmet”in yoluna devam etmesini ve Afyon havzasındakilerin imdadına yetişmesini sağlayan yaratıcılık zaptedilemeyen bir başarı hırsının eseridir. Ona imkânsızın üstesinden gelebilmesini mümkün kılan vatanını ödünsüz bir aşkla sevmenin alevlendirdiği ihtirastır. Onun memleket sevdasına kapılmış olmasıdır, romantizmidir. Bu itibarla da, sadece gerçekçiliği ve akılcılığıyla tanımlamaktan pek hoşlandığımız Atatürk de modern tarihimizin gerçekte en önde gelen romantiğidir. Onun romantizmi “şoför Ahmet”lerin kahramanlığını kamçılamıştır. Millî Mücadele’de de, Cumhuriyetin kuruluş safhasındaki azim ve kararlılıkta da, hiç şüphemiz olmasın, romantizmin payı vardır. Halkın bağrında gizli, tutuşmayı bekleyen, kocaman, devasa bir düşün gerçeklikle buluşturulmasına yataklık eden romantizm. Ufuksuzluğu sonlandıran, bezginliğe geçit vermeyen, insanın kendisini aşmasında ilham kaynağı olan, Kuvay-ı Milliye’nin ruhu romantizm. Kuvvacıların mücadele gücünün engellenemezliğini destekleyen, direncini şahlandıran romantizm. İnsanı kanatlandıran, şevklendiren ve gerçekçilikle dengelenmesi halinde de vatanın nice köşesinde galip gelmesine yol açan romantizm. Bu, bizde “yetmiş iki milleti” bir araya getiren bir romantizmdir. Güzeldir.

Daha önce de söylediğim gibi, gördüğüm o ki, işte, üzerinde durulması gereken esas husus insanların etnik mensubiyetleri değil, ülke sevgisi ve ülkeye bağlılık. Bunun içindir ki, sadece yasalara değil, fiilî olarak zihniyete ve sosyolojiye de yansıyan etnik yansızlık üzerine kurulu bir siyasal sistemin gerçekleşeceği günü düşlüyorum. Evet, anlattım, ben Türk’üm ama ülkede herkes eşittir velâkin bazıları daha çok eşittir fikrinden siyaset düşüncemizin arınması gerektiğine inanıyorum. Zira ülkede hegemonik söylemin seslendirdiği hâkim unsur fikrinin bu unsurun üyesi olmayanlar için çok itici olduğuna ne şüphe? Gündelik hayata ister istemez sinen bu primus inter pares anlayışının insanların özgür iradesine dayalı gönüllü bir “biz” duygusunun oluşmasına set çektiğine ne şüphe? Birçok yurttaş için kerhen meydana gelen bu yapay ve zoraki katılımın dayanıksız olduğuna, her an yitip gitme potansiyeli taşıdığına ne şüphe? Ve işte, zaten bu şüphe götürmeyen nedenlerden ötürüdür ki, Türkiye’nin belirli toplum kesimlerinde zihinleri esir alan bir kekremsilik giderek yayılmakta, kuşku ve gelecek korkusuna yenik düşmüş asık suratlı gamlı insanlar ortalıkta kol gezmekte. Dominique Moisi’nin uluslararası ilişkiler bağlamında kullandığı ama tek bir ülkede de topluluklar arasındaki ilişki türünü tarif etmeye elverişli olan deyimiyle, toplumun üzerine “korku kültürü” sinmekte ve karşılıklı pozisyonlar her türlü çılgınlığa yol açan bu korku duygusunun üzerinden alınmakta. Korku, clear thinking denilen sarih düşünceye engel olmakta. Bir şeyin, bilinmeyen bir şeyin arifesinde olmanın etkisiyle zihinler karman çorman. Dönem, siyasal diyalogsuzluğun ve tutarsızlığın hüküm sürdüğü dönem. Ama geçici. Çünkü Türkiye muazzam bir yapısal dönüşümün, devrim niteliğinde bir sosyolojik değişimin eşiğinde. Korkuyla umut birbirine eşlik ediyor. Çünkü korku kutuplaşmaya ve toplumu hareketsizliğe mahkûm edecek iken, aynı zamanda umudu da kamçılıyor. Türkiye’yi gün ışığına çıkmaya, kendisini aşmaya zorluyor. Bir paradoks belki ama korku âdeta iyi geliyor.

 ÇOĞUL TÜRKİYE’YE KARŞI ETNOSANTRİZM YANILGISI

 Korkuya yol açan bir etken, tabii, Türkiye’de vatanseverlik adına sahiplenilen, çoğu zaman vatanseverlikle eş anlamlı olarak kullanılan milliyetçilik sözcüğünün, zannedildiğinin ve siyaset bilimi kitaplarında da yazılanın aksine, gerçekte, cumhuriyetin öngördüğü biçimde ulus-devlet yapılanması üzerinde temellenen bir milliyetçilik anlayışı olmamasıdır. Hukuk metinlerinde yazılanın ötesinde, meselenin fenomenolojisine baktığımızda, bu milliyetçilik anlayışının zımnen de olsa haddizatında ırksal olarak tanımlanan bir kimliğin üstünlüğünün ve öncelenmesinin bilfiil ifadesi olmasıdır. Hegemonik söylemin temellendiği fikir olmasıdır. Korkuya yol açan neden, beyaz adamın biricikliğini savunan Arthur de Gobineau gibi Batılı ırkçıların tezlerinin Türkiye’ye sirayet etmiş olmasıdır. Kurulan Antropoloji Tetkikat Merkezi aracılığılıyla Türkiye’yi saran hummalı fizik antropoloji çalışmalarının bu ırkçı yaklaşımın etkisinde kalarak –ama biraz da içimi parçalayan kompleksli bir yaklaşımla– “milletler arasında ırkımıza râci olan mevki’i tesis etmek” amacını gütmüş olmasıdır[9]. Tarihimize yabancı olan ırkçılık tohumlarının atılmış olmasıdır. Korkuya yol açan neden, Türkiye’nin Türkleri’nin Türk kökenli olmayan veya olmadığını savunan yurttaşları karşısında, zihinlere kazınmış olan şekliyle âdeta daha has vatan evladı olması fikrinin Türkiye’yi yönetenlerin siyasî nutuklarında ve günlük sohbetlerin doğal akışında çok tabii bir şeymiş gibi dillendirilmesidir. Korkuya yol açan neden, bu bir çeşit otistik hareket tarzının diğerleri nezdinde ne kadar incitici olduğunu idrak edememek ya da umursamamaktır. Örneğin, aslında Türk’ten saymadıklarımız için kullanageldiğimiz ve açıkça büyüklük taslayan “kardeşimiz” nakaratının usandırıcılığını fark edememektir. “Kardeşlerin” algı dünyasını kaale almamaktır. Çarpıklık, “kökten” Türkler’in benimsediği her şeyin “kökten” Türk olmayan insanlar tarafından da içselleştirilmesi gerektiğini zannetmenin sonucudur. Sözgelimi, Türkiye’nin Çerkezleri’nin de, Gürcüleri’nin de, Romanları’nın da, Araplar’la Kürtleri’nin de, Lazlar’la Makedonları’nın da, Boşnaklar’la Arnavutlar’ın da, mesela, Orta Asya destanlarına, “hâkim unsur” Türkler kadar sahip çıkmalarının beklenmesidir. Onların da, mesela, Orhun kitabelerini kendilerine mâl etmelerinin Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olmalarının âdeta tabii gereği olduğunun düşünülmesidir.

Bu beni hâlâ gülümseten bir durumu hatırlatmaktadır. Ülkenin bölünmez bütünlüğünü garantilemek amacıyla Fransa ve Fransa dışında Tunus’ta, Kongo’da, Haiti’de, Yeni Kaledonya’da ve Fransa’nın egemenliği altındaki her diyarda okul kitaplarında bir zamanlar benim de dâhil olduğum çocuklara “atalarımız Galyalılar” sloganının öğretilmesini. Ama tabii, devir değişmiştir. Sömürgelerin birçoğu bağımsızlığına kavuşmuştur. Ama asıl önemli olan, göç edenler nedeniyle bugün Fransa’daki nüfusun dörtte birinin 2-3 kuşak önce Fransız vatandaşı olmayışıdır. Fransız eğitim sisteminde Galyacılık ezberine son verilmiştir. Fransız vatandaşı olmuş Portekizliler’in, İtalyanlar’ın, Polonyalılar’ın, Senegalliler’in ya da Cezayirliler’in çocuklarına Galyalılar’ın onların ataları olduğu artık bildirilmemektedir. Bizde de devir değişmiştir ama zihniyet değişmemiştir ve gerilim için için devam etmektedir. Sözünü ettiğim korkuya yol açan neden, meselâ, Türkmen boylarıyla hiçbir akrabalığı olmayan insanları efsanelerimizi kendilerine ait imiş gibi benimsemeye davet etmektir. “Hâkim unsurun” onlardan beklediği bu fantastik başkalaşmayı kerhen de olsa içselleştir(e)meyene de alçak sesle ya da bağıra bağıra “vay, hain” denmesidir. Bu ülkenin yurttaşlarının, birlikte yaşadığımız insanların kalplerini okumakta sergilenen aymazlık ve tenezzülsüzlüktür. İdeolojik önyargının yarattığı duyarsızlıktır. İnsanların vatanları olan Türkiye’yi etnik kimlikleri kurcalanmaksızın gönül rahatlığıyla doya doya sevmelerine karşı işlenen psikolojik şiddettir. Korkuya yol açan esas neden, arzuya yapılan müdahaledir. Bunun içindir ki, müdahale eden edilenden daha fazla tedirgindir, daha büyük bir huzursuzluk içindedir. Ve işin acı tarafı, bir dizi rasyonalizasyon denemeleri ve meşrulaştırma gayretleriyle bu türden bir irade koymanın eninde sonunda bütünleşmeyi sağlayacağının, millî birlik ve beraberliği perçinleştireceğinin düşünülmesidir. Düşünülmesidir ama siyasî pragmatizm açısından bakıldığında bu, aynı zamanda Türkiye’yi yöneten kolektif aklın içine düştüğü açmazın da resmidir. Hüzünlendirici bir manzara.

Oysa, kendi milliyetlerinin dışındakilere ya da başka milletlerin ve etnik grupların mensuplarına mesafe koymayı olumlayan, onlara karşı küçümseyici ve dışlayıcı yaklaşımlarını binbir neden ve örnekle gerekçelendirmeye çalışan tekelci milliyetçiler biraz düşünseler, ne kadar büyük bir yanılgı içinde olduklarını görürler. Zira eğer kendi kimliklerini tanımlamak için birileri biz Rusuz, Fransızız, Almanız ya da Türküz diyebiliyorsa, bunu her şeyden önce yeryüzünde kendileri gibi Rus, Fransız, Alman ya da Türk olmayanların varlığına borçlular. Zira insan toplulukları kendilerinden farklı olanlar sayesinde ancak kolektif veya millî aidiyetlerininin bilincini geliştirme imkânına sahip olabililiyorlar. Farklı olanın olmadığı yerde, bir diğerin yokluğunda, bir topluluk olarak kendilerinin de tanımlanmış kolektif bir kimliğe sahip olmaları mümkün değil. Bir dünya düşünün ki, sadece bir tek grup insandan kurulu. Bir dünya düşünün ki, bu insanların kendilerinden başka bildikleri bir insan grubu yok, farklı bir insan tipi yok, yabancıyla temas yok, onu tanımak yok, tasavvur etmek yok ve insanlar kendi kendilerineler, yalnızlar. Yeryüzünde terkedilmiş gibi ve var olma gereklerini yerine getirmenin dışında ihtirassız ve hayâlsiz. Hayatları bilinmeyen zamanlardan beri kurucu ataların vazettiği mitlerin tekrarlana tekrarlana riayet edilen gelenekleriyle süregelen bir serüvensizlik. Antropolojinin Avrupamerkezciliğin hüküm sürdüğü emekleme döneminde yapısal değişime uğramadıklarını varsayarak tarihdışı olarak tanımladığı toplumların insanları. Beyaz adamın gözünde mitolojik ve âdeta zaman dışı. Ve tabii ki, kurgusal.

Gerçekten de, bir dünya düşünün ki, herkesin dili aynı, yediği içtiği aynı, inandığı aynı, inancı aynı, tapınakları aynı, örfleri aynı, âdetleri aynı, zevkleri aynı ve ufukta başkası yok. Başkasının tasavvuru da yok. İnsanların biz ve diğerleri diyecekleri kimse yok. Herkes aynı, herkes bir ve her şey yeknesak. Böyle bir insan topluluğunun ayırt edici belirli özelliklerinin karşılığı olarak adını koyduğu bir kimlik sahibi olması mümkün değildir. Kendilerinden başka hiçbir insan grubuna rastlamamış, başka grupların varlığından haberi dahi olmayan insanların kolektif varlıklarını tanımlamaya yönelik kendilerine verecekleri isim ne olabilir? Soru, konuya âşinalığı olmayanlar için ilk bakışta abes görünebilir, ama değil. Zira 20. yüzyılın başında yapılmış olan kimi antropolojik araştırmalar bu konuda aydınlatıcı ipuçları veriyor. Misal, Papua Yeni Gine’nin yüksek dağlarında kendileri dışında başka hiçbir grupla karşılaşmamış oldukları dönemlerde bazı yerlilerin kolektif isimleri sorulduğunda, antropolog Leopold Pospisil aktarıyor, verdikleri cevap çarpıcı: İnsan! Daha sonra Kapauku adını alan bu Papua kabilesinin geçen yüzyılın başındaki adı bu denli saf ve sade. Başka ne olacaktı ki? İnsan adı, onların tanış oldukları hayvan ve bitki dünyasından kendilerini ayırt etmelerini sağlayan duru ve dolambaçsız bir isim ve bu itibarla da yeterli[10]. Aynı duruma, dünyanın bambaşka bir bölgesi ve ikliminde, Kuzey Amerika’nın uçsuz bucaksız topraklarında tecrit edilmiş bir hayat süren bazı yerlilerde de tanık olunuyor. Orada yaşayan bazı yerleşik grupların da adı İnsan ya da İnsanlar. Keza Avustralya’nın ücra yerlerinde konuşlanmış küçük kabileler de kıtanın Batılı yabancılar tarafından iskân edilmesinin arifesinde kolektif kimliklerinin adının İnsan olduğunu belirtiyorlar. Sadece İnsan.

Demek ki, iç içe oldukları doğayla başbaşa, başka bir insan grubunun varlığından habersiz yaşayan kabilelerin ayırt edici kimlik özelliği sadece insan olmalarıyla belirlenebiliyor. Mensup oldukları topluluğu geçmişte bu yalın isimlendirmeyle tanımlamaları sıkça rastlanan bir eğilim olarak karşımıza çıkıyor. O halde, bizlerin de kendimizi tanımak, tanıtmak ve kabul ettirmek için adını koyduğumuz kimliğimiz, öyle gökten zembille inen ezelî ve ebedî, tarih üstü bir veri değil. Doğanın bize bahşettiği bir haslet değil. Kendimizi başkalarından ayırt edici bir kimlikle tanımlayabiliyorsak, bunu her şeyden önce birilerinin bizden farklı olmasına ve onlarla bir biçimde kurduğumuz olumlu ya da olumsuz ilişkiye, tanışmamıza medyunuz. Kolektif kimliğimizi bilmek, bu kimliği inşâ etmek ve ayırt edebilmek için farklı olanın, bize dâhil olmayanların, diğerlerinin varlığına muhtacız. Kendimizi gurur duyduğumuz, uğruna nice mücadeleler verdiğimiz kimliğimizle tarif etmemizi ve konumlandırabilmemizi esasen bizden olmayanlarla, farklı olanla karşılaşmamıza borçluyuz.

Kimlik bilincimizi bizden olmayanların varlığına borçluyuz derken, illâki ve de özellikle bize benzemeyenle, yabancı olanla haşır neşir olalım demek istemiyorum, tabii ki. Hayatımızı bizden farklı yiyenle içenle, farklı bir zihniyete sahip olanla, farklı ses çıkaranlarla, farklı türkü çığıranlarla yan yana kucak kucağa geçirmeyi savunmak gibi bir safdilliğin peşinde değilim. Hamiyetperverlik önermiyorum. Söylemek istediğim çok daha olabilirlik dâhilinde, makul ve mütevazı bir dileğin ifadesi. Kimse yanlış anlamasın, ben de elbette istemiyorum hayata karşı duruşu bana yabancı olanla, duygularıma anlam veremeyenlerle, davranışlarımı yadırgayanlarla, dilini anlamadığım insanlarla ya da kültür kodları bana ters düşenlerle birlikte yaşamak. Herkes gibi, benim de âşina olmadığım bazı geleneklerden, törelerden, hayat tarzları veya telakkilerden hoşlanmadığım oluyor. Ben de bana aykırı gelen ya da yabancısı olduğum davranışları sergileyenlerle iç içe yaşamaya, söylemeye ne hacet, tabii ki talip değilim. Ant ya da Atlas Dağları’nı mesken tutmuş İnka torunlarının ve Berberiler’in yaşantısını paylaşmaya, Sicilya’nın siyahlara bürünmüş daimî yas tutan kadınlarıyla ilanihaye halvet olmaya can atmıyorum. Esprilerinin tadına varmakta güçlük çektiğim İskoçyalılar’ın arasında yaşasam tez elde afakanlar basacağını tahmin edebiliyorum. Alp Dağları’nda başlarında Tirol şapkaları boru çalan neşeli ve gamsız, pembe yanaklı İsviçreli köylülerle de uzun boylu birlikte olmak istemem, Taliban’ın o güzelim gözleri gözükmesin diye burkayı dayattığı mazlum Afgan kadınlarının arasında olmak ise benim için tahammülfersâ olur. Diyeceğim o ki, ister kendi ülkemde ister başka bir yerde olsun, bana yabancı olan, âdetleri ve ahlâk anlayışları uyarınca insan haklarına aykırı davranan topluluklarla hemhâl olamayacağım kesin. Tabii ki, anlam dünyası, zihniyeti ve hattâ daha ileriye gideyim, bilgi ve ilgi alanları benimkine yakın olan insanlarla beraber olmak benim için de bir önceliktir. Bu konuda sıradanlığım tescillidir.

Bunun yanısıra, hiç kuşku yok, ben de mesela Clifford Geertz’in tarif ettiği “ilk bağların”, ta “baştan beri” var olan ve insanlara muhtemelen hayatları boyunca eşlik eden ve kimlik damgasını vuran o ünlü bağların pekâlâ farkındayım. Farkındayım ne demek? Bu bağların etkisinin zaman zaman benliğimi sarmaladığını hissetmiyor değilim. Bunun içindir ki, annemin doğduğu Hanya’yı âdeta ibadet edercesine ziyarete gittim, onun soluduğu limon ağaçlarının altında gezmek istedim, deniz kıyısındaki artık hiçbir Türk’ün yaşamadığı eski “Türk Mahallesi”nde ilk adımlarını attığı daracık sokaklarda sanki onun kucağındaymışım gibi salınmak bana zevk verdi. Bunun içindir ki, onun envaiçeşit otlarla bezenmiş yemeklerinin tadı damağımda ve özlüyorum. Bunun içindir ki, İzmir’e yerleşen anneannemin Karşıyaka’daki evinin bahçesinde ölünceye kadar beslemekten usanmadığı, evcil hayvan muamelesi yaparak okşadığı ve uğur saydığı keçilere ben de özel bir muhabbet besler oldum. Bunun içindir ki, babamın doğum yeri olan Selânik’in zihin dünyamda özel bir yeri var. Bunun içindir ki, bana babaannemi hatırlatan patlıcanlı musakka burnumda tütüyor. Bunun içindir ki, kapı eşiğine sureti katiyede basmamam konusunda verdiği direktif kulağıma küpe olmuş ve bu yaşıma geldim, hâlâ basmamaya devam ediyorum. Ve tabii bunun içindir ki, yörük tayfasından olan baba tarafımın çıkış yeri olan Kütahya’nın ne zaman adı geçse kalp nahiyemde bir hoşluk hissediyor, hemen kulak kesiliyorum. Kan bağları, dil, din, gelenek gibi unsurların insanda âdeta içgüdüsel olarak bir yakınlık yarattığını, eş dost edinmede etkili bir tercih nedeni olduğunu bilmeyenlerden değilim. Demek istediğim, bizden farklı olanlara etnosantrizmin bizi hapsettiği bağnazlıktan arınarak yaklaşmamız ve onları kendi toplumumuza ve çevremize özgü değer yargılarından kendimizi soyutlayarak anlamaya çalışmamızla sınırlı. En uzak olanla dahi Weber’in sözünü ettiği verstehen’le, anlama yoluyla buluşmamızın salt insan olması nedeniyle mümkün olduğu. Söylemek istediğim, yabancının, bize benzemeyenin veya ait olduğu grubu daha zayıf konumda olanın da kendi değerleri uyarınca yaşama hakkı olduğunu ve bu hakkın bir temel hak olduğunu belirtmekle ve bu hakkı savunmakla sınırlı. Dile getirmek istediğim, etnik-kültürel kibrin gerçekte hiçbir ahlâkî dayanağı olmayan gayri insani bir tavır oluşu. Teklifim, sadece ve sadece başta kendimi olmak üzere herkesi saplantılarımızdan ferâgat etmeye (evet, yine ferâgat!), hakkaniyetli olmaya bir açık davetten ibaret. Bu, toplumumuzun esenliğine davet. Umuda davet.

Bu konudaki iyimserliğimi bilim dünyasında haklı çıkaran gelişmeler de yok değil. İnsanın kendi değerlerini mutlak doğrular sayan, diğerlerine bu zaviyeden bakılmasına yol açan, toplumlara zehir saçan etnosantrizmin ayrımcılığa, yabancı düşmanlığına ve ırkçılığa yol açtığını artık bilmeyen pek kalmadı. Nitekim etnosantrizmin temelinde biyolojik belirleyiciler olduğunu savunarak ırkçılığın da son tahlilde bilimsel bir gerçeğe işaret ettiğini ileri süren sosyobiyoloji uzmanları da artık iddialarını gözden geçirmeye, daha nüanslı önermelerde bulunmayı tercih ediyorlar. İnsanoğlunun sahip olduğu genetik ögelerin etnosantrizme ve son raddede ırkçılığa mutlak surette ve şaşmaz bir biçimde elveren bir etken olmadığını onlar da teslim etmiş bulunuyorlar[11]. Demek ki, dışlamacılık gibi bir toplumsal-siyasal davranış genetik kodumuzun insan doğasına verdiği olmazsa olmaz bir komut değil. O halde, temelde anlayışsızlıktan kaynaklanan ve bir ideolojik tutuma dönüşen etnosantrizme yatkınlığımızı törpüleyebiliriz, gemleyebiliriz, yok edebiliriz. Bu mümkün. Ve işte burada devreye irade giriyor, etnosantrik kültürlerin değişmesi giriyor, bu değişime zemin oluşturacak ve ivmelendirecek siyaset giriyor. Ve işte bu nedenledir ki, sahip olduğu tarihten ötürü özellikle Türkiye’nin, 20. yüzyılın ta başından beri sahne olduğu etnosantrik kimlik geriliminin üstesinden gelmeye muktedir olduğunu düşünüyorum. İmparatorluk tecrübesinden geçmiş Türkler’in, sahip oldukları kültürleri gereği dışlamacılık gibi bir yaklaşıma yatkın olduklarını varsaymanın onlara haksızlık etmenin de ötesinde, cehalet ürünü bir yakıştırma olduğuna inanıyorum. Çokkültürlü toplum deneyimini yüzyllar boyunca yaşamış olan Türk halkında hasıl olan etnosantrik eğilimlerle dışlamacı siyasal tutumların gerçekte dağılmanın ve toprak kaybıyla ortaya çıkan yenilgi psikolojisinin, izdüşümleri günümüze kadar süren kolektif travmasının bir sonucu olduğunu düşünüyorum. Sorunlu bir savunma güdüsü. Sorunlu bir var olma tarzı. Sorunlu bir kendini kabul ettirme çabası. Sorunlu ve sorun yaratan. Buna karşılık, farklı olana hayat hakkı tanımanın ötesinde, ona bu hak kadar önemli bir husus olan yaşam mutluluğu hakkını tanımanın, kamu düzenine zarar vermediği sürece kendi kültürünü doyasıya yaşama ve geliştirme hakkını teslim etmenin de tekil ulus-devlet yapılanmasına aykırı olduğunu hiç ama hiç düşünmüyorum, çünkü değil.

Farklı olana karşı vesveseye düşmenin dinde ve psikolojide tam olarak neyin karşılığı olduğunu ve nasıl açıklandığını gerçi enine boyuna bilmiyorum ama sosyolojide bunun yerellikten ve yerelliğe bağlı önyargılar yumağıyla gelişen bir takım hurafelerden, yani bilgisizlikten kaynaklandığını biliyorum. Bunun insanın kendi köyünün, kendi vadisinin, obasının ya da mahallesinin fiilen ya da zihnen dışına çıkamamasının bir tezahürü olduğunu biliyorum. Bu güvensizliğin etkileşimsizlikten ileri gelen bir toplumsal görgüsüzlük hadisesi olduğunu anlıyorum.  Theodor Adorno’nun “otoriter kişilik” adı altında tanımladığı kişilik tipi de işte toplumsal görgüsüzlük ortamında yeşeriyor. Bağnaz, önyargılı, kuşkucu, saldırgan ve cinsiyetçi bir ahlâk bekçiliğine soyunan insanlar. Varlıklarını, çocukluklarından beri kendilerine öğretilen her türlü kötülüğün bir nevi simgesi ya da Vamık Volkan’ın deyimiyle “rezervuarı” olan, yabancılara karşı besledikleri düşmanlık üzerinden kurgulayan insanlar. Her türlü melaneti atfettikleri ve tiksindikleri yabancıya karşı duyulan nefretle kimliklerini koruyan insanlar. Ürettikleri eserlerden ziyade cengâverlik kültürüyle övünen insanlar. Ne var ki, toplumsal görgüsüzlük ortamının meydan verdiği bu durumun bunca göçe tanık olmuş, bunca farklı din ve kültür gruplarıyla tanışmış olan Türkiye’nin tarihine ve sosyolojisine denk düşmediğini de bildiğim içindir ki işte, Türkiye’nin kendi gerçekliğini inkâr anlamına gelen bu türden bir çapsızlığa müstehak olmadığını savunuyorum. Türkiye’nin insanlarına bu mutsuzluğu reva görmüyorum. Türkiye, etnisitesi farketmeksizin herkesin sahiplendiği atılımların ülkesi. Bazılarına had bilmezlik gibi gelen dev ihtirasların ülkesi, önüne dikilen engelleri göğüslemekte şaşırtıcı bir kararlılığın ülkesi. İmrendirici bir azmin ülkesi. Genç, büyük ve çoğul. Hayat hikâyem ve yol boyunca yaşadığım hadiselerle, edindiğim bilgilerle, gözlemlerimle ve bütün bunların zihnimde yankılanmalarıyla ben bunu biliyorum, bunu bilirim. Bunun içindir ki zaten bakmaya, seyretmeye, duymaya, dinlemeye ve yudumlamaya doyamadığım ülkenin geleceğine günü birlik siyasî patavatsızlıklar ve savrulmaların etkisiyle bazen inişli çıkışlı bir şekilde de olsa, güven duyuyorum. Bu duygu beni hiç terk etmiyor, ben de bu duygunun beni yarı yolda bırakmasına izin vermiyorum. Türkiye’nin belki de hiç görmeyeceğim geleceğine güven duymamın kimliğimin de güvencesi olduğunu hissediyorum. Bu farkındalıktır zahir tanık olduğum, gözlemlediğim, tespit ettiğim ve bu sohbette sere serpe aktardığım tüm olumsuzlukların üstesinden gelmeme yardımcı olan, yılgınlığa geçit vermeyen. Çünkü Türkiye’ye güvenirken kendime de güvenmiş oluyorum.

Bununla beraber, kimliğimi inşâ etmemin evrelerini zihnimde canlandırmaya çalışırken, kişisel tarihime dalış yapmanın çok da kolay olmadığını tabii ki, hissetmedim değil. Geçmişimde gezinmeye koyulmuşken zihnim birden geleceğe doğru fırlıyor, beni günümüzden fersah fersah ileriye doğru sürüklüyor, tanımlamakta güçlük çektiğim bir duygu cümbüşüyle tanıştırıyor. Geçmişin anıları, yaşamaya vaktimin yetmeyeceğini bildiğim ama yine de bana ait olduğunu sezinlediğim bir geleceğin resmini çizimliyor, hem flu hem çok net, güzel. Özlemler aksiseda yapıyor, çok yakınımdaymış gibi geliyor, hoşuma gidiyor. Ama kara deliğe doğru yolculuk hep ana caddede değil, zaman zaman şen şakrak sek sek yapmanın mümkün olmadığı daracık ve engebeli ara sokaklarda da seyrediyor. Yer yer dikkat kesilmek gerekiyor, kasmalar oluyor, kaçışlar, sendelemeler, sığınmalar. Loş patikalarda yol almak ve tekrar gün ışığına çıkabilmek geçmişin yükünü taşımayı ve sadece yitip gidenin değil, gitmeyenin de yasını tutmayı, var olup da artık hiç var olmayacak olanın da acısını tatmayı gerektiriyor. Hafıza boşlukları düğüm üstüne düğüm atıyor, içgörüde teklemelere yol açıyor, yaşanılmışlığı yer yer perdeliyor. Arayışımda beni âdeta bir simyacı titizliğiyle ölçüp tartmaya zorluyor. Muazzam bir bellek çalışması gerektiren bu serüven, bir de görüyorum ki, geçmişin sınırlarını aşıyor ve sadece bugünün değil, geleceğin de belirleyicisi oluyor. Kimliğinizi kurcaladığınız, iğneyle kuyu kazdığınızı sandığınız anda meğerse su avucunuzda, berrak. Özel olanla öznel olan birbiriyle sarmalanıyor. Kişisel olanla kolektif olan birbirine nazire yapıyor. Bakıyorum, çocukluğumda “demir leblebi” meselesiyle başlayan Türk kimliğimi inşâ etme tarihim tarihle iç içe giriyor. Kimlik sübjektiviteyle inşâ edilmeye başlıyor ve somut bir gerçeklik kazanıyor. Nesnelleşiyor. Bağlıyor, bağımlılaştırıyor ve paradokslarla tanıştırıyor. İlüzyon olmaktan çıkıp, hatırdan çıkmaz oluyor. Benliğin sorgu sual kabul etmeyen gerçeğine dönüşüyor. Evet, Paul Ricoeur’ün dediği gibi, “tarihin altında, hafıza ve unutma. Hafıza ve unutmanın altında, hayat” var. Ama “hayatı yazmak başka bir hikâye. Sonuçsuzluk”[12].



[1] P. Fougeyrollas, La Nation, Fayard, Paris,1987.

[2] J. Malaurie, Les derniers Rois de Thulé, Pocket, Paris, 2001

[3] G. Pommier, Comment les Neurosciences Démontrent la Psychanalyse, Flammarion, Paris, 2004

[4] F. BRAUDEL, L’Identité de la France, Flammarion, Paris, 1999

[5] A. Wendt, Social Theory of International Politics, Cambridge University Press, 1999

[6] T. Atabaki, “Beyond Essentialism: Who Writes Whose Past in the Middle East and in Central Asia?”, Açış Konferansı, Amsterdam Üniversitesi, 2002 (http://atabaki.nl/upload/Beyond%20Essentialism.pdf)

[7] M. Oakeshott, On Human Conduct, Oxford University Press, 1975

[8] J. Wilson, Nostalgia, Sanctuary of Meaning, Bucknell University Press, 2005

[9] Z. Toprak, “Türkiye’de Fizik Antropolojinin Doğuşu”, Toplumsal Tarih, 204, 2010

[10] L. Pospisil, The Kapauku Papuans of West New Guinea, Yale University Human Relations Area FilesPress,1963

[11] V. Reynolds, I.Vine ve diğerleri, The Sociobiology of Ethnocnetrism: Evolutionary Dimensions of Xenophobia, Discrimination, Racism, and Nationalism, University of Georgia Press, 1987

[12] P. Ricoeur, La Mémoire, l’Histoire, l’Oubli, Seuil, Paris, 2000


Yorumlar - Yorum Yaz
Hava Durumu
Saat