Kül rengi aydınlığın içinde toprak damlı evler, evleri çevreleyen tezek ve ot yığınları bir belirip, bir belirsizleşiveriyorlar. Ovayı doldurmuş kirli sisin içinde birden ortaya çıkacakmış ya da birden siliniverecekmiş gibiler. Öylesine yalnız, sessiz, hareketsizler. Sanki durmuş bir zamanda gibiler.
Birden Yılmaz Güney geliyor aklıma. Onun Kürt coğrafyasında çektiği filmlerdeki köy manzaraları canlanıveriyor zihnimde.
İçerinin karanlığını artıran kirli camları, desenleri belirsizleşmiş koyu renkli kalın perdeleri ile küçük otobüs, bu durmuş zamanın içinde hareket eden tek canlı gibi.
Sarısı yitmiş tiftik kalpakları, uzamış karışık sakalları, soğuk yanığı yüzlerin göz çukurluğunda fırfır dönen canlı göz bebekleri ile yolcular, dışarıdaki durmuş zamana inat capcanlılar.
Uzun, kirli paltolarına sımsıkı sarınmış, birbirini tanıyan bu insanların sohbetlerindeki ses tonu, her an kavga edeceklermiş hissini uyandırmakta.
Soğuğun yakıp esmerleştirdiği, hatta kararttığı yüzlerdeki sert çizgilerin bende yarattığı yabancılığı, gırtlaklardan dökülen anlaşılmaz dil daha da artırıyor.
Dışarıdaki kasım soğuğunun buharlaştırdığı camı silip, içerdeki kesif sigara dumanının yaktığı gözlerimi, karlar altındaki küçücük ovanın bir ucuna yerleşmiş bu kasabaya çeviriyorum.
Önlerinden hızla geçtiğimiz, yolun kenarı sıra dizilmiş toprak damlı evlerin badanasız duvarlarındaki siyah renkle yazılmış PKK yazıları dikkatimi çekiyor. Yabancı bir ülkedeymişim hissi, yalnızlığımı çoğaltıyor!
Örgüt adı olmalı diyorum içimden.
Türkiye’nin dağları, taşları, yolları; evlerin, apartmanların yola cephe olan duvarları hep sloganlarla ve örgüt adlarıyla doluydu.
Bu nedenle örgüt isimlerini genellikle bilirim. Sadece ben değil elbet, bu ülkede yaşayan herkes bilirdi.
Yazılan sloganlardan örgütün adını, örgütün adından da ona ait sloganları ülke gençliği olarak bilirdik.
Ama PKK adına ilk defa rastlıyorum. Kars şehir merkezinde de rastlamamıştım bu isme. Bölgesel bir fraksiyon olmalı diye düşündüm.
PKK’nin açılımındaki “Partiya Karkerên Kurdistan" (Kürdistan İşçi Partisi) sözcükleri yalnızlığımı, yabacılığımı daha da derinleştirirken, köyüme, çocukluğumu büyüttüğüm sokaklarına, sokağın başındaki çeşmeye, gidip çalışması ölümden beter tütün tarlalarına özlemimi nasıl da çoğaltıyor.
Anadolu’nun doğusundaki “geri kalmış halka” önderlik etme, onları aydınlatma düşüncesi heyecan vericiydi ve biz bu heyecanı daha okuldayken hissetmeye başlamıştık oysa.
Yörenin her yere sinmiş farklı politik dili keskindi, tavizsizdi, çatışmacıydı.
Kendimi, farklı bir politik dilin hakim olduğu bu bölgede var edebilme düşüncesi heyecanımı artıyordu. İlk defa kendi planladığım, kararlarını kendimin aldığı bir hayatım olacaktı.
Her şeyin yabancı olduğu, her şeye yabancılaştığım ya da her şeyin beni yabancılaştırdığı bu coğrafyada yaşayabilmek, bende tarifsiz bir büyümüşlük, büyüklük duygusu yaratıyordu.
***
İki tarafı, çatısız, tek katlı, derme çatma binaların sıralı olduğu ilçenin tek, kısacık çarşısının sonundaki iki katlı kaymakamlık binasındaydı ilköğretim müdürlüğü. Kısa boylu, şişman, tonton, yaşlıca bir adamdı ilköğretim müdürü. Genişçe odanın karanlığını artıran kocaman siyahımsı bir masanın arkasındaki koltuğa gömülmüş, heyecansız. Donmuş gözlerle bakıyor etrafına. Benim heyecanımı anlamaktan uzak. Pencerelerdeki kirden siyahlaşmış, kırış kırış, salkım saçak tül perdeler içeriye kasavet dolduruyor…
***
Bir gün sonra Kars’tan bindiğimiz minibüsle, o duvarlarında yanık yağla PKK yazılı kasabanın içine kuzeyden dalıyor, güneyden çıkıyoruz. Düzlüğün bittiği yerden başlayan karlar altındaki çıplak dağlara doğru tırmanıyoruz. Aklım, içinden geçtiğimiz o kasabada.
Yokmuş gibi duran evler, beyazlar altındaki doğanın bir parçası gibiler. Sadece damlarından yükselen gri dumanlardan fark ediliyorlar. Bir de açık kapıların gerisindeki koyu karanlıklardan.
Uzun betnilerde otlarını yiyen koyunlar, zamanı durduracak kadar telaşsızlar. Yanlarında çoban köpekleri donmuşçasına, kıpırtısız, öylesine, amaçsız bakınıyorlar etraflarına.
Kasabanın içlerine doğru giren eğri büğrü sokaklardaki duvarlarda sloganlar, sloganların yazılış biçimi, harflerin slogan içindeki duruşu, düşmanlığı büyüten bir ima taşıyor sanki.
Çok yerel…
Çok oralı…
Çok o topraklarda üretilmiş…
Çok milliyetçi…
Müsamahasız… katı… düşmanca… kinden beslenen sanki… ve ürkütücü… ve korkutucu…
Duvarlardaki bu kışkırtıcılık, kasabanın akıp giden yaşamında bir karşılık bulamamış gibi.
Kalın duvarların arkasındaki gömülü hayatlardan bir iz yok dışarıya yansıyan…
***
Köyüm büyükçe bir köydü.
Halkı ne kadar uzaktı. Biz ne kadar dışındaydık onların hayatının.
Onlar bize yabandı… biz onlara yabandık…
O köyden evli okul müdürünün ve beraber kaldığım Ahmet’in ilk başlarda yöreye, özellikle siyasete dair sohbetlerimizdeki gizemlilik ima eden bakışları, konuşmaktan çekiniyorlarmış hissi uyandırıyordu.
Bu çekingenlik, benden kuşkulanıyorlarmış hissini de içinde barındırıyordu.
Daha temel olan şeyse, tüm bunların altında bir korkunun yattığıydı.
Devletin ve örgütün ürettiği bir korkuydu söz konusu olan.
“Hoca”, bu korkunu temel öznesiydi sanki.
***
Kışın, her şeyi teslim aldığı… zamanı ve mekanı dondurduğu bir anda… yaşamın, canlılığın, penceresiz kalın duvarlı, toprak damlı evlerin derinlerine gömüldüğü, akşam ezanının okundu okunacak vaktindeyiz. Gaz lambasından dökülen turuncu aydınlık, toprak damlı odamıza sağanak sağanak sükunet yağdırıyor. Erzurum Radyosu’nda Raci Alkır’ın söylediği Erzurum türkülerinde yitip gitmişiz…
Kapımız destursuz açıldı!
Girenler kapıya vurmadı!
Biz, “Kim o?” demedik!
Onlar kendini tanıtmadı!
Biz de “Giriniz!” demedik!
Diyemedik!
Ama girdiler!..
Ahmet’in, içeri girenleri gördükten sonra iri, etli yüzündeki kırmızılık beni tedirgin etti.
Öndeki boylu posluydu.
Kafası her daim ileriye ve yukarıya çevrik.
Aşağıları görmeyen bir kibir her halinde…
Küçümseyen, emreden, fırsat tanımayan bir duruş…
Başında tiftik kalpağı, boynunda kat kat sargıları, sırtında parkası, ayaklarında mekap botları ile beton sahanlığın tam ortasında kıpırtısız durup adeta ortamı tarıyor.
Gözlerdeki delici bakış hemen kendini hissettiriyor.
Onunla birlikte üç genç daha giriyor içeri. Yarım adım gerisinde, elleri önde kavuşmuş, her an emir almaya hazır bir haldeler.
Yerde her daim serili tek kişilik sünger yataklarımızın üzerine hiç teklifsiz bağdaş kurup oturdular.
Hep o konuşuyordu. Yanındaki üç gencin hiç seslerini duymadık. Sanki korku salmak için vardılar. Bakışlarındaki korkutucu nefreti anlamak zor değildi. Bu korkutucu nefret, “öğretilmiş” bir nefretti.
Konuşmalarımız siyasetin dışında gibiydi.
Nerelisiniz?
Hangi okulu, ne zaman bitirdiniz?
Bu sorular, bizim politik duruşumuzu belirlemeye yönelik sorulardı aslında.
O dönem illerin politik kimlikleri bilinirdi. Herkes bilirdi hangi ilde hangi parti, hangi fraksiyon güçlüdür.
Hangi okul hangi örgütün ya da fraksiyonun elindedir bilinirdi.
Okulu hangi yılda bitirdiğiniz bile politik kimliğinizi ortaya çıkarırdı. 1979 yılı mezunuysanız kesin solcusunuzdur. 1977 yılında mezun olmuşsanız sağcısınızdır.
Hükümetler değiştikçe, öğretmen yetiştiren okulların öğrencileri ile birlikte politik kimlikleri değişirdi.
Hükümet yanlısıysanız okurdunuz, değilseniz okuma imkanınız olmazdı.
Okullar, sağ-sol görüşlü öğrenciler arasında hepten el değiştirirdi, ele geçirilirdi!
“Hangi kitapları okuyorsunuz?” dedi.
Soruları “sorgulama” havasındaydı.
Buyurgan… küçümseyen… açık yakalamaya çalışan…
“Okuyamıyoruz.” dedim. “Çünkü kitap alamıyoruz. Alırsak, şehrin çıkışındaki kontrol noktalarında jandarma yoklama yapıyor.”
Çok uzatma, der gibisinden kesiyor sözümü.
“Sen al kitabını.” diyor. “Bindiğin arabanın şoförüne, kitap olduğunu söyle. O farklı bir yoldan giderek kontrol noktasını atlatır. Ya da jandarma kitabınızı yakaladığında ‘Hoca’nın siparişi.’ derseniz ses çıkarmazlar!”
Evet. Bu o meşhur Hoca’ydı!
Aşağıdaki kasabanın ortaokul müdürü!
Tunceli’den o kasabaya müdür olarak atanmıştı.
Kasabanın gençlerine ilk defa, korkusuzca Kürtlerin tarihini anlatmış!..
Kürtlerin acılarını!.. Yok sayılışlarını!..
Türkülerinin yasaklanışını… Ve Kürtçe’nin…Ve isimlerinin….Ve köy adlarının…
***
Önce “işbirlikçi feodal ağaların” yok edilmesi gerekliymiş!
İlk duyduğum, ağaların baskınlarla öldürüldüğü rivayetleriydi.
Rivayetler, kalın duvarlı, toprak damlı evlerin derinliklerinde yavaş akan hayatlarda fıtınalar estirmiş. Kürtlerin tarihi yeniden hatırlanmış, yazılmış… gizli… ürkek…
Daha çok gençleri sarmış ateş…
Oradan sokaklara…
Dağlara…
***
Kocaman odamızın duvarlarında, gaz lambasının turuncu aydınlığından yansıyan iri gölgelerimiz oynaşmakta.
“Arkadaşlarınız maaş aldığımızda çok para istiyorlar. Söyleseniz de biraz az alsalar.” dedim iştahla yemeğimizi yerken.
Bakışları üzerimde odaklandı ve dondu adeta.
Küçülten… yok eden…ezen…
“Bazı arkadaşlar maaşlarının yarısını veriyorlar.” dedi, sert, tavizsiz.
Ve tekrar yemeğe koyuldu.
Arada bir sömürülen Kürdistan’dan söz etti!
Türk burjuvasından…faşizminden!..
Bedelini biz mi ödeyecektik!
Tabi bunu sormak, ölümle eş anlama gelebilirdi!..
Antalyalı sol görüşlü bir öğretmenle, ”Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı” üzerine yapılan bir tartışma sonucunda öğretmen ölüme mahkum edilmiş ve Digor Lisesi’nde kafasına çivi çakılarak öldürülmüştü(!)
İnanamamıştım…
Karakol komutanı sorguda, bir örgüt elemanı genç çocuğa, “Antalyalı öğretmenin alnına çaktığınız çivi kaçlıktı ulan?” diye bağırarak sormuştu.
***
Kapı çaldı. İçeri birkaç köylü komşumuz girdiler.
Akşamın alaca karanlığında evimize girenleri görmüş olmalıydılar.
Kapının ağzında loşluğa sıralandılar.
“Hoş gelmişsiniz.” dediler…sustular…elleri önde kavuşmuş şekilde…korkuyu da içinde barındıran bir saygı ifadesiyle.
Hoca onlarla karşılıklı biraz Kürtçe konuştu, sorgular bir edayla, akıllı olun gibilerden.
Sonra Türkçe olarak köylülere tehdidini savurdu.
“Eğer bizim buraya geldiğimizi ihbar ederseniz, bu hocaların başına bir iş gelirse köyü başınıza yıkarız!”
“Estağfurullah beyim.” dedi biri.
“Başım gözüm üstüne gelmişsiniz. Hiç öyle şey oluuur?” dedi diğeri.
“Hocalarımız bize Tanrı misafiridir” dedi bir diğeri.
Korktular…
Sindiler….
Kapının arkasındaki loşlukta önce belirsizleştiler, sonra görünmez oldular…
***
Aşağıdaki kasabanın okul müdürlüğüyle, örgüt işlerini aynı anda yürüten bir “efsaneyle” karşı karşıyaydık.
Örgütü kuran… büyüten…
Uğruna ölünen…öldüren…
Ülkede, öğretmenleri siyasi görüşlerinden dolayı sürgüne gönderen “devletin”, buradaki “Efsane Müdür”ü fark edememesi anlaşılır gibi değildi!
Hem de bölgedeki “sıkıyönetime” rağmen!
***
Gecenin bir vaktinde Türkçe haberleri dinlerken Hoca’nın birden neşesi arttı. Kahkahalarla güldü ve haberi alkışladı. Yanındakiler, donuk gülüşlerle Hoca’nın alkışına eşlik ettikler.
Ermeni Asala örgütü, Avrupa ülkelerinden birinde bir Türk büyük elçisini daha öldürmüştü.
1970′li yılların sonları, Ermeni Asala örgütünün, Avrupa başkentlerindeki Türk elçiliklerine saldırılar düzenlediği yıllardı.
Peki ama Hoca ve arkadaşlarının sevincinin nedeni ne olabilirdi ki!
***
Sabaha kadar yatmadık…yatmadılar…yatmak istemediler…hep oturdular…
Konuştular…kendi aralarında…arada bir uyuklayan bizimle…
Sabaha karşı, henüz aydınlanmamışken ortalık, kimse kalkmamışken yataklarından, karşı dağların beyaz yamacına tırmanan üç siyah karartıyı gözden yitene kadar kalın duvarın ortasındaki küçücük penceremizden derin bir sessizlikle izledik…
Korkunun esir aldığı bir sessizlikle…
***
Hoca’ya sevdalı kasabalı genç, Kürt olmanın, Kürt olduğunu fark etmenin sarhoşluğuyla çıktığı dağdan bir gün kasabaya, evine gelir…
Arkadaşlarıyla…Örgüt adına…
Ablasının da bu davaya katılmasını ister… Hem de hemen…vakit geçirmeden…yakalanmadan…
Ablası reddeder…
Kürtlüğünü değil…
Dağı…ölmeyi…öldürmeyi…
Derdi okumak…Kürt aydını olmak…
Örgüt bu kadar bekleyemez…
Öldürürler kızı… Umutlarıyla birlikte…
Kasabalı siner…pusar…
Korkuya tutsak olur…
***
Kasabanın hemen üstünde küçücük bir köy vardı.
İki tane de öğretmeni. Balıkesirli Metin biri… Tuncelili Barış bir diğeri…
Köyün gençleri, aşağı kasabanın Tuncelili okul müdüründen söz etmişler Tuncelili Barış’a.
Çok övmüşler… Yere göğe sığdıramamışlar…
Fedakarlığından, maaşını nasıl kasabanın gençlerine dağıttığından…
Kürtlüğünden ve Kürtçülüğünden…
“Ne büyütüyorsunuz ya o eşkıyayı! Tanırım kendisini…” demiş Barış…
Tuncelili Barış bu olayı bana Kars’ta bir kahvede anlattığında artık o köye gidemiyordu.
Örgüt, hakkında “ölüm kararı” çıkarmıştı!..
Değişik zamanlarda okul, örgüt tarafından basılmış, Barış’ı bulamamışlardı…
***
Kasabanın İsmet ismindeki belediye başkanının ya da eski belediye başkanının örgüt tarafından öldürüldüğü haberi köyde öldürücü bir etki yaptı.
Ağızları bıçak açmıyor… Lehte ya da aleyhte tek söz söylenmiyor.
Herkes bir birinden şüpheleniyor.
***
Arada bir iki jandarma, sırtlarında Kırıkkale tüfeklerle aşağıdaki, hocanın kasabasının içinden yürüyerek çıkıp geliyorlar bizim köye, ellerinde fotokopinin fotokopisi örgüt elemanlarının resimleriyle.
Resimler tanınmayacak halde… Kapkara…
“Belki de,” diyor askerler, “yolda karşılaşıyormuşuzdur ama bu resimlerle tanınmıyorlar ki. Hepsi de aşağ kasabadan. Hem tanısak ne olacak. Bizdeki Kırıkkale tüfek, onlardaki kalaşnikof. Mümkün mü çatışmaya giresin de galip çıkasın!”
Arananların içinde kasabanın ortaokul müdürü yok!…
O, okulda görevinin başında!…
***
Balıkesirli Metin, “Hoca”yla ilgili bir anısını anlatmıştı:
“Hocanın okuluna Balıkesirli bir bayan öğretmen atanmıştı. Hemşerimle tanışmak için gittim. Boş bir sınıfta Hoca ip atlıyordu!
Hoca hanımı sordum. Cevap bile vermedi. Beni kovdu!…
Sonra kızın annesi-babası kızlarını görmek için ta Balıkesir’den çıkıp gelmişler Hoca’nın okuluna.
Kız ortada yok!
Dağa çıkan kasabalı bir gençle “devrim nikahı” kıyarak evlenmiş!…
Öğretmen kızlarının dağa çıktığını duyan anne baba, günlerce perişan buralarda süründüler. Sonunda ne oldu bilmiyorum…”
***
12 Eylül 1980′de ordu ihtilal yaparak ülkede duruma el koydu.
Hocanın kasabasına karakol kuruldu!..
Hoca da kasabada mücadeleye devam imkanı kalmadığı için, gençlere katılmak üzere dağa çıktı!..
Başlarında komutanlarıyla onlarca, zaman zaman yüzlerce askerin şimdi aradığı kişi, Hoca’ydı!..
***
Yaklaşık iki yıl sonra Hoca’nın İran’a geçiş yaparken yakalandığını duydum…
Ve siyasi şubede işkenceden geçirildiğini…
01 Mart 2011