Ne çok plânlarımız vardı…
İdeallerimiz…
Hayallerimiz…
Yürünecek yolumuz...
Hırsımız…
***
Sanayici işini büyütmenin;
İşletme sahipleri üretimi artırmanın;
Giyim mağazaları ne kadar insanı giydirebileceğinin;
Berberler/kuaförler günlük rızıklarını çıkarmanın;
Ücretli işçiler, alacakları ücretle gelir-gider dengesini sağlamanın hesabını yapıyorlardı.
***
8. sınıf öğrencileri, hayalini kurdukları liselerin;
12. sınıf öğrencileri hayalini kurdukları üniversitelerin sınavlarına hazırlanıyorlardı.
Prestijli bir gelecek hayalleri vardı.
***
Çocuklar, okulları, ders arası teneffüsleri, paydosta sokakları, parkları, oyunlarıyla, cıvıltılarıyla doldurmanın hesabını yapıyor, hayalini kuruyorlardı.
***
Üniversiteli gençlik, kavuşacakları akademik ünvanların, belki bilim dünyasında üstlenecekleri rolün, ya da insanlık yaşamına kazandıracaklarının plânlamasını yapıyorlardı.
***
Ama hesaba katmadığımız bir “virüs” her şeyi alt üst etti.
Her şey bir çırpıda önemsizleşti.
Tüm hayaller…
İdealler...
Geleceğe yönelik tüm plânlar.
Hiç birinin önemi kalmadı.
***
Yaşamla ölüm arasına sıkıştık.
Bizi hayata bağlayan, ölüme olan “uzaklık” duygumuzdu.
Ölüm artık kapımızın hemen dışında…
Hatta “elimizin” ucunda.
Elimizi ağzımıza götürmeye bakıyor!
***
Kapanan işyerleri…
İşini kaybeden binler…
yüz binler...
ilerde belki milyonlar.
Evine, ailesine rızık götüremeyecek bir yoksullar sınıfı…
Evinden dışarı çıkamayan yaşlılar.
Ve hatta “sahipsizler.”
***
İşte “insan olma” hikâyemiz tam da burada başlayacak.
Psikiyatr Kemal SAYAR mealen, “Ötekinin derdini sırtlandığımızda insan olmaya başlarız.” diyor.
Ve bir cümle daha kuruyor: “ Ahlâk ötekinin yüzünde başlar.”
Karşımızdakini “güldürebiliyorsak” “gülümsetebiliyorsak bir “ahlâktan” bir “insan olma” hikâyesinden söz edebiliriz.
Muhtaçların, ihtiyaç sahiplerinin “hayatlarına dahil olarak” ya da “onları kendi hayatımıza dahil ederek” bir insanlık hikâyesi yazabiliriz.